Çok Kutuplu Bir Dünyada Batı’nın Üç Seçeneği

Batı hegemonyasının batışı, Batı’nın ortadan kalkacağı anlamına gelmez.

Küresel çoğunluk”a (Rusların deyimiyle) göre, Batı’nın güneşi nihayet batıyor. 500 yıllık hâkimiyetin ardından Batı, neredeyse her alanda göreceli bir gerilemenin işaretlerini gösteriyor. Uzun süren tarihsel bir anomali dönemi sona eriyor ve dünya, egemenlik çıkarlarının yeniden sahneye çıktığı ve kadim medeniyetlerin yeniden canlandığı bir çağa giriyor.

Belli bir mesafeden bakıldığında, bu tablo yeni gerçeklikleri yeterince makul biçimde temsil ediyor gibi görünebilir. Ancak uluslararası siyasette yol almak için bir harita olarak bakıldığında, bu fazlasıyla kaba bir taslaktır.
İlk olarak, “gerileme” “yerinden edilme” anlamına gelmez. Batı, dayatmayla yönetme gücünü kaybedebilir. Kurumları, kültürü ve ahlaki modaları cazibesini yitirebilir. Ancak biz, kökeni Batı’ya dayanan derinlemesine modern ve küreselleşmiş bir dünyada yaşamaya devam edeceğiz. Eğitim ve bilim sistemlerimiz, yönetim biçimlerimiz, hukuki ve mali mekanizmalarımız ve inşa edilmiş çevremiz Batılı temeller üzerinde varlığını sürdürecektir. Zayıflayan bir Batı’nın, Batı-sonrası bir dünyada kendine yer bulması pek olası değildir.

İkinci olarak, “Batı” akışkan bir kavramdır. Daha önce biçim değiştirmiştir ve yeniden yapılandırılabilir. Batı’nın gelecekte neye dönüşebileceğini düşünmeden önce, sahneden çekilmekte olan güç türünü anlamamız gerekir.

Batı hegemonyasının tarihi iki ayrı döneme ayrılabilir. 1945’e kadar Batı, dünyayı yönetmiş olabilir; ancak bunu tekil bir varlık olarak değil, birbirleriyle rekabet eden devletlerin toplamı olarak yapmıştır. Aslında, parçalanmış bir Batı içindeki rekabet, dışa doğru genişlemenin başlıca itici gücünü oluşturmuştur.

1945’ten sonra manzara dramatik biçimde değişti. İlk kez, Amerikan himayesi altında siyasi olarak birleşmiş bir Batı ortaya çıktı. Ancak Amerikalı yetkililer Batı’yı konsolide ederken, ABD dış politikasını bunun etrafında şekillendirmediler. Onun yerine, “özgür dünya”nın liderliğini üstlendiler; bunu da olumsuz bir tanımla, “komünist olmayan dünya” olarak tarif ettiler. Böylece, savaş sonrası Amerikan düzeninin Batılı çekirdeği iki kat silindi: En düşük ortak paydada buluşan küresel liberalizmle özdeşleştirildi ve bu da, iç tutarlılığın herhangi bir görüntüsü için varoluşsal bir dış tehdit varsayımına bağımlıydı.

Sovyetler Birliği’nin çöküşü bu temel mantığı değiştirmedi. Batı kendisini artık “uluslararası toplum” olarak adlandırmaya başladı ve liberal demokrasinin dünyanın dört bir yanına yayılmaması üzerine, yeniden “özgür dünya”yı savunma işine geri döndü: önce “radikal İslam”a, ardından da Soğuk Savaş’tan aşina olduğu düşmanlar olan Rusya ve Çin’e karşı.

Biden yönetimi, bu dış politika yaklaşımının hem zirvesini hem de doruk noktasını temsil etti. Biden, Beyaz Saray’a girerken demokrasi ile otokrasi arasında küresel bir ayrım çizgisi olduğunu ilan etti ve Rusya ile Çin’e karşı küresel bir ittifakın parçası olarak Avrupa ile Asya arasında bağlantılar kurmaya çalıştı. Ancak özellikle Ukrayna’daki savaşın başlamasından sonra ortaya çıkan sonuç, küresel bir “liberal düzen”in birliği değil; Batı’nın evrenselci iddiaları ile sınırlı erişimi arasındaki hızla büyüyen ve giderek daha belirgin hale gelen bir uçurum oldu. Avrupa, bu süreçte yekvücut hareket etti; dünyanın geri kalanı ise çoğunlukla kendi yoluna gitti. Sonuç olarak, “liberal düzen” yalnızca Batı dışı ülkeler tarafından değil, geçtiğimiz yıl ikinci kez “Önce Amerika”yı seçen Amerikan seçmenleri tarafından da reddedildi.

Peki bu durumda Batı’nın durumu ne olacak? Ben üç olası yol görüyorum. İlki, sınırlı bir liberal restorasyon. Avrupa elitlerinin iç muhalefeti püskürterek Trump’ı geride bırakıp, statükonun kısmen geri getirilmesini vaat eden Demokrat Parti’de bir şampiyon bulmaları hayal edilebilir. Atlantikçi altyapı güçlü, atalet ise etkili bir kuvvettir. Ancak Trump sonrası bir restorasyon senaryosunda bile, liberal enternasyonalist programa karşı halkın duyduğu antipati önemli bir karşı baskıya yol açacak ve kaynak kısıtlamaları Batı’nın erişimini sınırlamaya devam edecektir.

Bir diğer olasılık ise, imparatorluktan vazgeçip ulusu öncelemeyi ifade eden radikal bir geri çekilmedir. Siyasi açıdan bakıldığında, böyle bir hamle genel anlamda geniş bir destek bulacaktır. Amerikan vatandaşlarının çıkarlarını önceleme vaadi, seçmen açısından açıkça caziptir. Ulusu yeniden önceliklendirme çağrıları, Avrupa’nın büyük bölümünde de yankı bulmaktadır. Milliyetçilik, demokratik siyasetin çerçevesine doğal biçimde oturur. Aynı zamanda, daha önce baskın olan liberal evrenselcilik çerçevesine karşı apaçık bir alternatif olarak görülmektedir. Daha milliyetçi bir politika, Make America Great Again (MAGA) hareketinin temel önermesidir ve giderek artan sayıda sağcı “etkileyici” bu gündemi aktif biçimde desteklemektedir. USAID, Radio Free Europe ve National Endowment for Democracy’nin etkisizleştirilmesi, bu yönde atılmış kayda değer bir adımdır. İç güvenliği önceleyen yeni bir ulusal savunma stratejisi, “liberal düzen”in liderliğine adanmış bir dış politikadan daha da uzaklaşılmasına neden olabilir.

Ancak mevcut karmaşık bağlantılar kolay kolay çözülemeyecektir. Atlantikçi elitler, hükümet içinde ve dışında kilit pozisyonlarda yerlerini korumaktadır ve NATO ile Avrupa Birliği gibi karmaşık yapılar, Batı genelinde popülist partiler iktidara gelse bile varlıklarını sürdürebilir. Aynı derecede önemli olan bir diğer husus da, Batı’daki milliyetçi liderlerin, ulusal egemenliğin tek amaçlı şekilde peşinden gitmenin, ülkeleri uluslararası sahnede gerçek bir özerklikten mahrum bırakacak kadar zayıf hale getireceğini anlamış gibi görünmeleridir. Amerika Birleşik Devletleri Batı Yarımküre’ye çekilirse, Avrupa entegrasyon projesi neredeyse kesin olarak çökecektir. Ve büyük güçlerin egemen olduğu bir dünyada, tek tek Avrupa ülkeleri artık (1945 öncesinde olduğu gibi) kendi ağırlıklarının üzerinde bir etki yaratamayacaktır. Avrupa’daki milliyetçi partiler “liberal düzen”in transatlantik yapılarına karşı çıkabilirler, ancak Amerika Birleşik Devletleri’yle tam anlamıyla bir kopuş öngörmezler. Öte yandan ABD, imparatorluğu tamamen terk etse bile uluslararası sistemde nispeten güçlü bir konumu koruyabilecek kadar büyük (ve güvenli) bir ülkedir. Ancak MAGAverse üyelerinin çoğu bu kadar kapsamlı bir geri çekilme tahayyül etmemektedir. En azından, Panama’dan Grönland’a kadar ABD egemenliğinin sürmesini hayal etme eğilimindedirler.

En fazla, tüm Batı’nın kontrolünü elde tutmayı tercih ederler. Bu durumda üçüncü ve son seçenek, liberal evrenselci mantığı bilinçli bir medeniyet çerçevesiyle değiştiren yeni bir transatlantik konsolidasyondur; burada Amerika Birleşik Devletleri tanınmış metropol, Avrupa ise ayrıcalıklı çevre olur. Eğer “liberal düzen”in Amerikan liderliği net bir kaynak kaybı anlamına geliyorsa (Trump ve müttefiklerinin iddia ettiği gibi), bu yeni transatlantik düzenleme bu kaynak akışını tersine çevirecektir. Aynı zamanda, Avrupa ülkelerine, küresel arenada rekabet edebilecek yeterli nüfus ve kaynaklara sahip bir kulübün üyeliğini sağlayacaktır. Son olarak, Batı kulübüne üyelik, küresel liberalizm adına ulusal kimliğin feda edilmesini gerektirmeyecektir. Aksine, sınırsız göçü ve durmaksızın genişlemeyi teşvik eden politikaların yerine, pan-Batı çerçevesi içinde ulusal kimliğin yeniden tesis edilmesini zorunlu kılacaktır.

Bilinçli şekilde inşa edilmiş bir “kolektif Batı”, çok kutupluluğun benimsenmesi ve sistemdeki en güçlü kutbu yaratma girişimi anlamına gelecektir. Aynı zamanda, Soğuk Savaş’ta Sovyetler Birliği ile yaşanan tank ve asker mantığından uzaklaşılarak, Çin ile rekabete daha uygun olan teknoloji ve ticarete odaklanan bir yönelimi de beraberinde getirecektir. Başkan Yardımcısı J.D. Vance’in Paris’teki Yapay Zekâ Zirvesi’nde yaptığı konuşma, Münih Güvenlik Konferansı’nda Atlantikçilere yönelik ağır eleştirileri ve Başkan Donald Trump’ın Birleşmiş Milletler’de yaptığı son konuşma, Avrupa’yı bu doğrultuda yeniden yapılanmaya sevk etmiştir. NATO’daki yük paylaşımı girişimleri ve Britanya ile AB’yle yapılan son ticaret anlaşmaları, bu yönde atılmış pratik adımlardır. Sorun şudur ki, Batı onlarca yıl boyunca kendisini liberal düzen içinde eritmiş ve geriye yaslanabileceği pek az medeniyet içeriği bırakmıştır. Batı kanonu yükseköğretimde büyük ölçüde ortadan kalkmış, dini pratikler ise Batı genelinde azalmıştır. Hristiyanlık, Amerikan siyasetinde hâlâ güçlü bir güçtür (Charlie Kirk için düzenlenen canlanma tarzı bir anma töreninde gördüğümüz gibi), ancak Batı artık kendisini “Hristiyan âlemi” olarak tanımlayamaz. Günümüzde Batı fikri esas olarak yalnızca az sayıdaki etkili Yeni Sağ entelektüele, jeopolitikçilere ve ölçek arzusundaki teknoloji devlerine hitap etmektedir (ancak bunlar da dünyanın yutulamayacak kadar büyük olduğunu fark etmiş durumdadır).

Bu üç yolun her birinde de engeller bulunmaktadır. Ve aslında, bunlar birbirine alternatif değildir. En olası sonuç, bu üç seçeneğin bir bileşimi olacaktır. Bürokratik atalet birinci seçeneği, yani sınırlı liberal restorasyonu destekler; iç siyasetin mantığı ikinciyi, yani milliyetçi geri çekilmeyi; jeopolitik zorunluluklar ise üçüncüyü, yani gerçek bir “kolektif Batı”nın yaratılmasını destekler.

Her halükârda, Amerika Birleşik Devletleri çok kutuplu bir dünyada elverişli konumunu korumaya hazır durumdadır. Uluslararası liberalizmin miras kurumları büyük ölçüde işlevlerini yitirmiş olsa da artık, geriye kalan güçlerini muhafaza etmektedirler (ironik bir şekilde, ABD bu gücü “liberal düzen”in diğer üyeleri üzerinde en etkili biçimde kullanabilir). İleriye dönük olarak Trump yönetimi, ticaret, teknoloji ve kaynak yönetimi konusunda ortak bir yaklaşımla birleşmiş, bilinçli bir Batı koalisyonu olarak transatlantik ilişkilerin yeniden yapılandırılmasını zorlamaya devam etmelidir. Ve eğer Avrupa bu yeni rolünü kabul etmez veya onu layıkıyla yerine getiremezse, Washington bu ilişkiyi kesip Batı Yarımküre’deki hazırlıklı pozisyonlarına geri çekilebilir.

* Peter Slezkine, Stimson Center’daki Rusya Programı’nın Direktörü ve ABD, Rusya ve Çin’den konukların katıldığı bir dizi bire bir söyleşiden oluşan The Trialogue Podcastin sunucusudur. Amerikan “özgür dünya” kavramının ideolojik kökenleri ve siyasi etkileri üzerine bir kitap tamamlamaktadır.

Kaynak: https://www.theamericanconservative.com/the-wests-three-options-in-a-multipolar-world/