Coğrafya ‘Gen’dir (1)

19.ncu yüzyılda formülize edilen “modern bilim” söyleminin birkaç karakteristik iddiası vardı. Bu iddialardan ilki; evrene, doğaya, maddeye ve insana dair bilginin ancak ampirik bir şekilde yani deneyle elde edilebileceğiydi. İkincisi, ampirik bir şekilde elde edilen bilginin evrensel ve nesnel olduğu idi. Yani deneyle elde edilen bilgi nerede veya kim tarafından yapılırsa yapılsın değişmez olmak durumundaydı. Bir diğer iddia ise belirlenimcilik/determinizm; yani her şey evrensel kuralları takip etmek zorunda ve bu kuralları çözümlersek, yasaları bulursak olup bitecekleri tahmin edebiliriz. Özellikle değinmek istediğim son iddia ise indirgemecilik; yani bir şeyi incelerken olabildiğince küçük yapıtaşlarına inmek ve en küçük parçaları determinist bir şekilde anlamlandırarak bütünle ilgili bir fikre varmak.

Fizik-kimya disiplininde indirgemeci yaklaşım çok başarılı oldu. Katı, sıvı veya gaz halindeki tespit edebildiğimiz tüm maddeler yüz küsur atomun kombinasyonları şeklinde modellenebildi. Bu atomların ortak özelliklerine göre yerleştirildiği periyodik tablo, var olan tüm maddelerin şemasını oluşturuyordu. Ancak bundan yüz yıl önce bile biyolojide böyle indirgemeci bir resim elde etmekten çok uzaktık. Hatta bu sebeple o dönemlerde bilim denilince büyük oranda fizik/kimya kastediliyordu, biyolojinin bir bilim dalı olduğuna herkesin ikna olması daha sonraları gerçekleşti.

Canlılığı indirgemeci bir şekilde incelemek 1900’lerin ilk yarısında bile oldukça güçtü. İlk mercek araştırmalarıyla beraber, 350 yıl önce bile hücrelerin varlığından haberdardık. Ancak bu hücrelerin hiçbiri bir diğerine benzemiyordu. Periyodik tablo ile atomları özetlediğimiz gibi bir hücre tablosu yapmaya kalksak milyarlarca hücre tipini etiketlesek bile benzer bir başarıyı elde edemezdik. Canlılığın bu kadar ele avuca sığmaz ve her deney yapana farklı şeyler söyleyen yapısı bilim insanları için ürkütücü bir şey idi.

Bana hep ilginç gelmiştir 1930’lar itibari ile kuantum atom modeli bugün bildiğimiz çerçeveye ulaşmıştı. Hiçbir optik mikroskopla görüntülenemeyen, çok çok küçük bir yapı olan atomu 90 sene önce büyük oranda karakterize etmiştik. Ancak birkaç mercekle optik olarak görüntüleyebildiğimiz; atomlara nazaran çok daha devasa yapılar olan canlı hücrelere dair, 1930’larda şu anda bildiklerimizin %1’ini bile bilmiyorduk. Cansız maddeler birbirine benziyor, tekrar eden örüntüleri var. Canlılar ise hücresel boyutta bile çok ciddi çeşitlilik gösteriyor.

1950’lerde DNA’nın yapısının bulunması ve akabinde 1960-1980 arasında hücre içi temel moleküler işleyişlerin keşfedilmesiyle indirgemeci bir biyolojinin mümkün olabileceği fikri olgunlaşmaya başladı. Hücre yapıtaşı olarak ideal değildi bunun yerine “gen” ikame edildi. Gen ve genetik kavramları zaten kullanılıyordu ancak bu keşiflerle gen kavramı moleküler bir zemin kazandı; DNA’nın işlevsel olarak ilişkili parçaları için gen kavramı kullanılmaya başlandı. Farklı canlılarda aynı işleri benzer genler yapıyor olmalıydı. Öyleyse indirgemeci biyolojide canlılığın yapıtaşları genler olmalıydı. Bir gen bir proteini kodluyor, o protein de belirli bir işlevi yerine getiriyordu. Bu moleküler çerçeveye “merkezi dogma” dendi. Ve moleküler biyoloji ve genetik disiplini tamamen bu dogma üzerine inşa edildi. Evrim teorisi bu bulgularla yeniden elden geçirildi, bu süreçte moleküler evrim mekanizmaları literatüre girdi.

1990’lara gelindiğinde geleceğin mesleği olarak “genetik mühendisliği” konuşuluyordu. Türkiye’de bile Boğaziçi, ODTÜ, Bilkent gibi üniversiteler klasik biyoloji bölümlerinin yerine moleküler biyoloji ve genetik bölümlerini ikame ederek bu değişime ayak uydurdu. Yine 90’larda ABD ve İngiltere’nin başı çektiği çok uluslu konsorsiyumlar İnsan Genom Projesini yürürlüğe koydu. İlk defa bir insanın (veya ortalama bir insanın) tüm DNA’sı yüzlerce laboratuvarda, yıllar sürecek, milyarlarca dolar tutacak bu proje ile baştanbaşa okunacaktı. Belki de bir milyon gen ilk defa tanımlanacaktı. Periyodik tablodaki gibi yüz küsur elemente mukabil tüm canlılığı da birkaç yüz genle özetleyemeyecektik belki ama yine de indirgemeci biyoloji için büyük ümitler besleniyordu. Kansere çare bulacaktık, insan ömrünü uzatacaktık, her şeyin bir geni olmalıydı ve bu yaşamın kodu nihayet çözümleniyordu.

19ncu yüzyılda modern bilim söyleminin kurgulanmasının akabinde fizik/kimyada kazandığı zaferler ve teknolojik gelişmelerle birlikte pozitivizm bir ideoloji olarak doğmaya başlamıştı. Materyalist/ateist bir ideoloji olarak pozitivizm için kutsal olan ampirik bilimin, rastlantısallıkla her şeyi izah edebilmesi gerekiyordu. Bunun için ise indirgemecilik olmazsa olmazdı. Biyoloji için indirgemeci bir zeminin gecikmesi bu ideolojinin en aciz kaldığı alanı oluşturuyordu. 1990’larda pik noktasına ulaşan gen merkezli indirgemeci biyoloji bu açıdan materyalist, ateist ve katı pozitivist ideolojinin müritleri için bir yeniden doğuş oluşturdu. Richard Dawkins’in yeni ateizm dininin en ateşli vaizi olarak parlamasının bu döneme denk gelmesi tesadüf değildi. Dawkins boşuna “Gen Bencildir” kitabını kaleme almamıştı. Artık bu ideolojinin/dinin zoruyla tüm biyoloji ve tıp tamamen gen merkezci bakış açısıyla ilerlemek zorundaydı. Aksi, bilinemeyen veya tam olarak açıklanamayan gri bir alan açacaktı ki bu da mezkûr kitlenin elini zayıflatacaktı. Genetik determinizm artık merkezi dogmanın bir parçası olarak bilimsel bir zorunluluk haline getirildi. Hâlbuki bilimi ideolojik bir taassup haline getirmeden, farklı teoremler de inşa edilebilirdi ancak bu ideolojinin zarureti bilimin zaruretiymiş gibi bir söylem inşa edildiğinden farklı yollarla cevaplar arayanların sesi kısıldı.

İnsan genom projesi 2001 yılında tamamlandığında ana haber bültenlerine konu olan, dönemin ABD başkanı Clinton ve İngiltere başbakanı Blair’in ortak basın toplantısıyla lansmanını yaptıkları küresel bir nümayişe dönüştü. Ancak sonuçları hiç de umulduğu gibi olmadı.