ABD’de köklü bir Sinofobi (Çin karşıtlığı) geçmişi vardır ve bu durum 19. yüzyıla kadar uzanır. Çinlilerin göçünü yasaklayan Çin Dışlama Yasası, Altına Hücum döneminde Çinli madencilerden alınan vergiler ve mahkemelerde tanıklık etme haklarının ellerinden alınması bu düşmanlığın en belirgin örneklerindendir.
Bu derin tarihi mirasın izleri günümüzde de devam etmektedir. Çin’e uygulanan ticari yaptırımlar, hem Cumhuriyetçilerin hem de Demokratların kullandığı saldırgan söylemler sonucunda Amerikan sokaklarında yaşlı Asyalı-Amerikalılara yönelik artan şiddet olayları ve ABD’nin, Çin ile olası bir savaşa hazırlanmak için denizaşırı askeri üslerini güçlendirmek amacıyla harcadığı milyarlarca dolar, bu geçmişin günümüze uzanan yansımalarıdır.
ABD, Çin ile herhangi bir anlamlı iş birliği yapmayı sürekli olarak reddetmektedir. Bunun bir sonucu olarak, her iki ülkenin de teknolojik kurtuluş inancına dayanan tehlikeli bir yapay zeka silahlanma yarışının tam ortasındayız.
Sinofobinin derin mirası nedeniyle, sıradan Amerikalıların Çin’i içtenlikle benimsemesi için olağanüstü bir sebep gerekir—hem de geçici bile olsa. Ancak geçtiğimiz ay içinde bu tam olarak iki kez yaşandı.
İlk olay, TikTok krizi idi. Milyonlarca perişan TikTok kullanıcısı, en sevdikleri platformun bir bebeğin elinden emziği alınır gibi zorla ellerinden alınmasına tanık oldu. Onlara önerilen alternatif Meta ya da X değildi (planlandığı gibi), bunun yerine “RedNote” olarak da bilinen Çinli sosyal medya platformu Xiaohongshu oldu.
İkinci olay ise DeepSeek AI’nin piyasaya sürülmesiydi. Üstelik bu, tarihin en abartılı ve yanılsamalarla dolu gösterilerinden birinin hemen ardından gerçekleşti: Trump’ın ikinci dönem başkanlık yemin töreni. Kısa bir süre sonra bir basın toplantısı düzenlendi. Üç teknoloji oligarkı ve başkan, Stargate AI projeleri hakkında tumturaklı açıklamalarda bulundular. Bu projeye 500 milyar dolar harcanacağı duyuruldu. Çin’in önünde kalmak için bu miktarın gerekli olduğu iddia edildi. (Nedense “Çin’in önünde kalmak” bahanesi, her türlü astronomik harcamayı haklı çıkarmak için yeterli görünüyor.)
Bu arada, binlerce insan Los Angeles’taki yangınlar, Kuzey Carolina’daki sel felaketleri nedeniyle evsiz kaldı ve Maui, Lahaina’daki insanlar hâlâ başlarını sokabilecekleri bir yer bulamıyor. Ancak bu Amerikalıların hiçbiri için bir basın toplantısı düzenlenmedi.
Bunun yerine sahneye oligarklar çıktı. Oracle’ın kurucusu Larry Ellison, Starbank’tanMasayoshi Son ve OpenAI’nin kurucusu Sam Altman, Stargate AI projesi kapsamında ülke genelinde devasa veri merkezi kümeleri inşa etme planlarını açıkladılar. Bu merkezlerin her biri, bir Walmart Süpermarketi’nden bile büyük olacaktı. Veri için bir “Manifest Destiny” (Kader Bildirgesi) ilan ediliyordu.
Basın toplantısında kimse, bu veri merkezlerinin büyük bir kısmının federal arazilere inşa edileceğinden, toplamda küçük Avrupa ülkeleri kadar enerji tüketeceğinden, muazzam miktarda su gerektireceğinden ya da nükleer reaktör ağına ihtiyaç duyacağından bahsetmedi. Bunun yerine, şüpheli bir vaatle yapay zekalarının kanser ve kalp hastalıklarını tedavi edeceğini söylediler. Bence, zamanında Manhattan adasını birkaç boncuk karşılığında alanlar bile daha iyi bir anlaşma yapmıştı.
Birkaç gün sonra, sanki bir işaret verilmiş gibi, kimsenin adını bile duymadığı Çinli bir şirket olan DeepSeek, büyük bir sürpriz yaptı. Firma, açık kaynaklı, elli kat daha az enerji tüketen, Amerikan yapay zekâlarıyla aynı performansı gösteren ve maliyet açısından kıyaslanamayacak kadar ucuz bir yapay zeka modeli piyasaya sürdü. Bir anda, SiliconValley’nin yenilmezlik yanılsaması çöktü ve yerini, yatırımcılarına pazarlama vaatlerinden başka hiçbir yenilik sunamayan, şişmiş, tembelleşmiş ve kendi kibri içinde boğulmuş bir sektörün gerçek yüzü aldı. Ertesi gün, ABD borsasındaki teknoloji sektöründen tam bir trilyon dolar, muz kabuğu gibi soyulup düştü. Herkesin konuştuğu tek şey vardı: Çin yapay zekâda resmen ABD’yi yakalamıştı.
İnsanlar Çinli mazlumu coşkuyla alkışlarken, bu aynı zamanda teknoloji oligarklarının abartılı kibrine yönelik açık bir tepkiydi. Bu destek, büyük ölçüde Luigi Mangione’nin bir sağlık sigortası CEO’sunu üzerine kazınmış üç kurşunla öldürdüğü için kahramanlaştırılmasını sağlayan sınıfsal öfkeyle aynı duygulardan besleniyordu. Trump’ın yemin töreninde, sahnede birleşmiş teknoloji baronlarının kibirli duruşu, Buckingham Sarayı’nın balkonundan halka el sallayan kraliyet ailesinin görüntüsünü anımsatıyordu. Verdikleri mesaj açıktı: Sizi biz yönetiyoruz.
DeepSeek, zenginden alıp fakire yapay zekâ veren teknolojinin Robin Hood’u olarak tanımlandı. Sınıfsal öfke, Çin’in bilinmeyen bu şirketine duyulan hayranlığı körükledi. İnsanlar, bir kez olsun, Sinofobinin kökleşmiş izlerini göz ardı ettiler.
Ancak, DeepSeek’in borsada yarattığı büyük yankının gölgesinde kalan bir başka kritik mesele vardı: Teknolojinin sorumlu bir şekilde kullanımı. Çin ve ABD, yapay zekâ yarışında kıyamete doğru hızla ilerlerken, her ikisi de teknolojik ütopyacılığa kayıtsız şartsız inanmış durumdalar.
Hepimiz derin bir nefes alıp şu soruyu sormalıyız: Erişilebilir, açık kaynaklı yapay zekâ gerçekten herkes için iyi bir şey mi? Gazeteci Kurt Cobb, DeepSeek sonrası dünyanın doğurabileceği bazı tehlikelere dikkat çekiyor:
“Bireysel ‘güçlendirme’ listeme artık ‘kişisel’ yapay zekâyı da ekleyebiliriz. Bu liste zaten şunları içeriyor: kendi kendine genetik mühendisliği; kendi insansız hava araçlarını üretme (anonim gözetleme, mülk yıkımı ve cinayet için ideal); yapay zekâ ile sentetik biyolojinin birleşimini kullanarak üretilen, bağışıklığımızın olmadığı özel tasarım virüsler; ve 3D yazıcılarla silah ve mühimmat üretimi.”
Bu senaryolar, yapay zekânın aslında savaş silahı olarak tasarlandığını ve kitlesel imha kapasitesinin nükleer silahlarla eşdeğer olduğunu hatırlatıyor. Ancak tek bir nükleer bombanın yol açacağı kıyamet benzeri bir yıkımın aksine, yapay zekânın neden olduğu felaket parça parça, binlerce farklı şekilde gerçekleşiyor. Biyolojik silahlar ve katil robotlar bunlardan sadece ikisi. Üstelik DeepSeek açık kaynaklı olduğu için artık herkes ücretsiz bir şekilde kıyamete katkıda bulunma “fırsatına” sahip.
Çin ve ABD, varoluşsal riskler içeren jeopolitik bir rekabetin içine hapsolmuş durumda. Evet, DeepSeek’in kapitalist Golyat’a vurduğu darbenin tadını çıkarmak tatmin edici olabilir—Çin 1, ABD 0. Ama bu bir boks maçı değil. Böylesine dar bir bakış açısı, erişilebilir yapay zekâ yarışının aslında “Karşılıklı Garantili İmha” (MAD) yarışına dönüştüğü gerçeğini gözden kaçırıyor.
2018’de Turing Ödülü’nü kazanan ve “yapay zekânın vaftiz babalarından” biri olarak görülen Yoshua Bengio, yapay zekâ yarışının Moloch’un tuzağına düşmesi konusunda uyarıda bulunuyor:
Bengio şöyle açıklıyor: “Eğer iki varlık arasında bir rekabet olduğunu ve bunlardan birinin açık ara önde olduğunu düşünürseniz, o zaman bu varlık daha temkinli hareket edebilir ve yine de liderliğini koruyacağını bilir. Ancak, eğer rekabet halindeki iki taraf da birbirinin aynı seviyede olduğunu düşünüyorsa, o zaman hızlanmaları gerekir. Bu durumda güvenliğe o kadar fazla önem vermeyebilirler.”
Bazıları, DeepSeek’in enerji tasarruflu yapay zekâsı gibi yeniliklerin, denetimsiz serbest piyasanın yol açtığı tehlikeleri azaltabileceğini öne sürebilir. Bu görüşe göre, yenilikler teşvik edilirse, sorunlar kendiliğinden çözülecektir. Örneğin, DeepSeek’in piyasaya sürülmesi, enerji tüketen devasa veri merkezlerinin inşa edilmesini öngören Stargate projesinin gerekliliğini ortadan kaldıracaktır. Bu kötü bir şey sayılmaz, değil mi?
Ancak Microsoft CEO’su Satya Nadella bu düşünceye katılmıyor. Aslında şaşırtıcı da değil; sonuçta şirket CEO’larının temel mantrası “ne pahasına olursa olsun büyüme”dir. Nadella, Jevons Paradoksu’na dikkat çekiyor: Bir şey daha verimli hale geldiğinde ve fiyatlar düştüğünde, onu daha az değil, daha fazla kullanırız.
Onun mantığı bana Berlin Duvarı’nın yıkıldığı dönemi hatırlatıyor. O zamanlar, benim gibi saf insanlar, artık bir Soğuk Savaş kalmadığı ve silahlanma yarışına gerek olmadığı için savunma bütçesinin küçüleceğine ve askeri üslerin kapanacağına inanmıştı. Ne büyük bir yanılgı!
Silah endüstrisi, tıpkı bugün Microsoft, Google, Meta, Amazon ve diğer teknoloji devlerinin küçülme fikrine tahammül edemediği gibi, büyümenin yavaşlamasına asla izin veremezdi. Bunun yerine, silah üretiminden daha hızlı bir şekilde yeni düşmanlar ve savaş nedenleri üretmeye başladı.
Bugün, Rusya ile Soğuk Savaş’ın sona ermesinden kırk yıl sonra, savunma bütçesi her yıl arttı ve artık bir trilyon dolara ulaştı. Los Alamos, on yıllardır ilk kez geçen yıl nükleer bomba üretimine yeniden başladı. Dünya çapında 800 askeri üssümüz, vahşi doğada roket fırlatma rampalarımız ve gökyüzünde binlerce uydumuz var.
Günümüzün mühendislik ürünü siyasi kaosu içinde yönümüzü bulmak hiç de kolay değil. Neyse ki kitaplar henüz yakılmadı (en azından şimdilik), bu yüzden rehberlik almak için geçmişin düşünürlerine dönebiliriz.
20.yüzyılın teknoloji eleştirmenleri—Jacques Ellul, Lewis Mumford ve ChellisGlendinning—bize teknolojiyi yalnızca bir dizüstü bilgisayar, bir yapay zekâ, bir uydu veya bir nükleer silah gibi tekil bir nesne olarak değil, toplumu örgütleme biçimi, kurumlarımızı şekillendirme yöntemi ve hatta bir varoluş tarzı olarak kavramsallaştırmamız gerektiğini öğütlediler. Teknoloji tek başına bir olgu değildir; sistemiktir.
Lewis Mumford, tüm teknolojik toplumumuzu “Megamachine” olarak adlandırmıştır.
Her proje, teknoloji, organizasyon ve girişim, Megamachine’in bir parçasıdır ve burada ekonomik büyüme zorunluluğu mutlak bir kural olarak hüküm sürer. DeepSeek’in daha az enerji tüketmesi önemli değildir. Büyüme zorunluluğu yerine getirilmelidir. Aslında, JevonsParadoksu, bu içsel mantığı tatmin etmek için bir düzeltici güç işlevi görmektedir.
Aynı şekilde, ABD’nin gerçek bir düşmanı olup olmaması da önemli değildir. Megamachine’in mantığına göre, askeri-endüstriyel kompleks durmaksızın büyümeye devam etmelidir. Bu büyümeyi meşrulaştırmak için yeni düşmanlar icat edilecektir. İşte bu yüzden bugün binlerce nükleer bombaya ve yapay zekâ destekli, küresel olarak birbirine bağlı bir uydu ve askeri üs ağına sahibiz—gezegeni demir bir kızlık gibi saran bir sistem.
Dijital çağda Megamachine’in en belirgin yüzü Amazon’dur. Federal Ticaret Komisyonu’nun eski başkanı Lina Khan, çığır açan makalesi “Amazon’un Tekelcilik Paradoksu”nda bu devin büyüme mantığını ortaya koyar. Amazon’un, ilk sekiz yılında kârdan ziyade tamamen büyümeye odaklandığını çarpıcı bir şekilde anlatır. Amaç, geniş çaplı bir ağ altyapısı oluşturarak tekelleşmeyi garantilemek ve piyasa hakimiyetini sağlamlaştırmaya devam etmekti.
Neredeyse on yıl boyunca kârdan bilinçli bir şekilde feragat ettiler—sırf pazarı tekelleştirebilmek için. Yine, büyüme ve küresel hakimiyet zorunluluğu, sağduyu ve mantığın önüne geçti.
Megamachine merceğinden bakıldığında, ABD ve Çin, farklı olmaktan çok birbirine benziyor. Elbette, iki güç tamamen farklı kültürel köklere sahip ve ABD’deki aşırı yoksulluğun Çin’de bir karşılığı yok. Ancak, son otuz yılda küreselleşme ve dijital dönüşüm sürecinde Çin kapitalistleşirken, ABD otokratikleşti. Bugün, her iki süper güç tarafından da teknolojik ütopyacılık en yüce ideoloji olarak kutsanıyor.
ABD ve Çin yapay zekâyı fetişleştiriyor ve tüketim kültürünü kutsuyor. Her ikisi de tarımı makineleştirme, biyolojiyi, jeolojiyi ve tüm doğayı mühendislikten geçirme ve hatta sentetik yaşam formları yaratma projelerine takıntılı.
Büyük Güçler Rekabeti, her iki ülkenin de doğal kaynakları sömürerek zenginlik yaratma, sürekli büyüme, kalkınma ve teknolojik yenilik sağlama çabası üzerinden oynanıyor.
Dünya Ana’nın perspektifinden bakıldığında, Çin ve ABD artık birbirlerinden o kadar da farklı değil—tıpkı her yıl Dünya Serisi’nde karşı karşıya gelen iki Amerikan beyzbol takımı gibi.
İronilerle dolu bir tablo var. Her iki taraf da teknolojiyi rekabet avantajı sağlamak için kullanıyor, ancak sonunda teknoloji kültürleri tek tipleştirerek birbirine benzetiyor. Rakipler, birbirlerinin aynası hâline geliyor.
Bana asla unutamayacağım yerli bir arkadaşımın sözlerini hatırlatıyor:
“Kapitalist, kâr elde etmek için bir nehir üzerine hidroelektrik barajı inşa eder. Komünistler, kendileri için elektrik üretmek amacıyla bir baraj inşa eder. Yerli halk ise, bir akarsu ekosistemini yok eden endüstriyel ölçekli elektriğin buna değmeyeceğine inanır.”
Sonuç olarak, üstün teknoloji yarışı koca bir şakadan ibarettir. Zaten çökmekte olan Amerikan imparatorluğu, 1,5 milyarlık nüfusu, dinamik bir eğitim sistemi ve gelişen bir üretim altyapısı olan iyi organize olmuş bir rakibe karşı asla rekabeti kazanamaz. Bu, basit bir gerçek.
ABD ve Çin, birbirlerini düşman olarak değil de insanlığın birer üyesi olarak görmeye başladığında, gerçek iş birliği süreci başlayabilir. Her iki ülke de, nesiller boyunca hayatta kalma ve gelişme bilgisini taşıyan milyonlarca yerli halka ev sahipliği yapıyor. Onların bilgeliği, herhangi bir yapay zekâdan çok daha değerli.
Birlikte zekâmızı kullanarak çözebileceğimiz—hatta iyileştirebileceğimiz—sorunlar hiç de az değil: iklim krizi, nükleer silahlar, türlerin yok oluşu, zehirli atıkların temizlenmesi, barınma sorunu, mikroplastikler ve son olarak düzenlenmemiş, tehlikeli teknolojiler. Ancak, ABD’nin asla kazanamayacağı küresel hegemonya rekabetinin girdabına hapsolmuş hâlde birbirimizi suçlamaya devam ettiğimiz sürece, bu devasa krizlerin hiçbiri ele alınamaz.
Bazılarımız, ABD ile Sovyetler Birliği’nin tarihte gerilimi azaltarak karşılıklı güven inşa ettiği ve bir dizi nükleer silah kontrol anlaşması imzaladığı o parlak anı hatırlıyor. Barışa giden yolun nasıl göründüğünü bizlere gösterdiler.
Bugün, yalnızca nükleer silahlar konusunda değil, yapay zekâ ve diğer yeni teknolojiler konusunda da ABD ve Çin’in bu yolu takip etmesi gerekir.