Cenazesine 30 Kişinin Katıldığı, Mezarı 1995 Yılında Bulunan Büyük Deha

Plak kayıt tarihimizin ilk isimlerinden, Batılı anlamda “virtüöz” tanımı üzerinden çözümleyebileceğimiz büyük icracı Tanburi Cemil Beyin cenazesine toplam 20-30 kişi katılıyor. İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Osmanlı/Saray/Divan Musıkisinin üstatlarını anlattığı kitabı “Hoş Sâdâ”da bu kadar hazirundan bahseder. Hatta Rauf Yekta Beyin de o dönem bir gazeteye yazdığı makalede üstat için “Cenazesi her halde bu kadarcık bir cemaatle kalkmamalıydı” dediğini ekliyor. Devlet/hükümet ricalinin de aynı şekilde cenazeye “alaka göstermediği”ni öğreniyoruz yine
Nisan 6, 2025
image_print

Plak kayıt tarihimizin ilk isimlerinden, Batılı anlamda “virtüöz” tanımı üzerinden çözümleyebileceğimiz büyük icracı Tanburi Cemil Beyin cenazesine toplam 20-30 kişi katılıyor. İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Osmanlı/Saray/Divan Musıkisinin üstatlarını anlattığı kitabı “Hoş Sâdâ”da bu kadar hazirundan bahseder. Hatta Rauf Yekta Beyin de o dönem bir gazeteye yazdığı makalede üstat için “Cenazesi her halde bu kadarcık bir cemaatle kalkmamalıydı” dediğini ekliyor. Devlet/hükümet ricalinin de aynı şekilde cenazeye “alaka göstermediği”ni öğreniyoruz yine (sayfa 120-121).

Mezarı 1995 yılında bulunuyor

Türk müziğinin bu eşsiz virtüözünün maruz kaldığı “alakasızlığın” sadece yaşadığı dönem ve cenazesi sırasındaki ilgisizlikle sınırlı olmadığını söyleyelim. Arşivimdeki bir gazete kupürü mesele hakkında fikir verici nitelikte: “Tanburi Cemil’in Mezarını Buldular”. 12 Ekim 1995 tarihli Hürriyet gazetesindeki metinde, yine son devrin önemli tanbur ustalarından Necdet Yaşar ile enstrümantal müziğimize büyük katkıları olan Yansımalar grubunun (Birol Yayla ve Şenol Filiz) “araştırmaları” neticesinde Cemil Beyin mezarının Topkapı’daki Merkezköy Mezarlığında bulunduğu yazılı.

Dolayısı ile anlaşılıyor ki, bu büyük müzik adamına yönelik alakasızlık maalesef çok yakın tarihlere kadar sürmüş. Yani hem icracısı hem akademisyeni hem piyasası ile Türkiye’nin koca bir müzik çevresi, kültür dünyası ve devlet ricali üstadın naaşının nerede olduğunu hiç merak buyurmamış gözüküyor uzun yıllar.

Hürriyet gazetesinin 1995 tarihli haberine göre
Tanburi Cemil Beyin mezarını yine son devrin
önemli üstatlarından Necdet Yaşar ve
Yansımalar grubunun üyeleri bulmuş.

Kuşkusuz Türk müzik birikimine katkı sunan her bir besteci, söz yazarı, icracı ve yorumcunun kendilerine mahsus öyküleri söz konusu. Ancak ben şahsen Cemil Beyin hayatla kurduğu -ya da aslında kuramadığı- ilişki, müziğin onun zihninde doldurduğu deruni alan, entelektüel kimlik, popüler olma durumu karşısında hep geri çekilme eylemi, enstrümanı ile aralarındaki rabıta, melankolik duygu hali gibi bir sanatçıyı inşa eden temel nosyonlar bakımından apayrı bir fotoğrafa sahip olduğunu düşünmüşümdür hep.

Bu vasıflarının yanı sıra çözümlememi daha da ileri boyuta taşıyıp, Franz Kafka ile aralarında ruhsal bir akrabalığın bulunduğunu söylesem abartmış olmam. Çünkü birbirlerine benzeyen karakterler. İkisi de yakın tarihlerde yeryüzünün yükünü taşımak zorunda kalan küçük ve cılız omuzlara sahipler. Cemil Bey 1873-1916, Kafka 1883-1924 tarihlerinde nefes alıp veriyorlar hastalıklı ciğerlerinden. Cemil Bey 43, Kafka 41 yaşına kadar dayanabiliyor dünyaya. Zaten ikisi de verem. İkisi de bu ince hastalığın derdine derman bulmak istemeyerek adeta yaşıyorlar. Bence bilerek bu hastalığa kapılıyorlar. Ölümü bu hastalıkla diliyorlar sanki. Hüseyin Kıyak’ın Tanburi Cemil Bey üzerine hazırladığı kitapta (“Yüz Yıllık Metinlerle Tanburi Cemil Bey”, Kubbealtı Neşriyat, Ekim 2017) mesela Ercümend Ekrem Talu’nun üstat ile ilgili metnini okuduğunuzda zannedersiniz ki Kafka’yı anlatıyor.

Şöyle diyor Cemil Bey için: “Uzun ve zayıf endamının üzerinde, daima melal dolu, daima -sebepleri bizce meçhul kalan- bir ıstırap ve iştika (şikayet) ifade eden bir çift zeki bakışlı gözün bir türlü aydınlatamadığı, asık bir çehre. Perişan saçlı, kırpık kara bıyıklı, vaktinden evvel ihtiyarlığın ve elemin derin çizgileriyle oyulmuş bir bakış” (sayfa 191). Kalabalıklardan sürekli kaçan, hatta mezarlıklarda tek başına dolaşmaktan huzur bulan, kendisine tahsis edilen memuriyetten fırsatını bulduğu vakit hemen kaçıp özgür ruhunun peşinden koşan, yüksek sesle güldüğü hiç görülmemiş, hüzünlü bir yüzü yeryüzünde adeta ruhuna yapıştırılmış bir maske gibi taşımak zorunda kalan bir adam. Kafka’nın müzisyen hali yani.

Verem olduğunu savaşa yazılmaya gittiğinde öğreniyor 

Balkan Harbinden yeni çıkmış, Birinci Dünya Savaşının yokluk, sıkıntı ve moral yoksunluğunu kara bir bulut gibi üzerinde gezdiren ülkesinin adeta bütün ruhi yaralarını zayıf omuzlarında gezdiren Cemil Bey askere gitmek için başvurduğu vakit sağlık kontrolünde “ince hastalık”/verem sahibi olduğunu öğreniyor. Hassas, kırılgan, yaşamak ağrısının duygu dünyasında meydana getirdiği kanamalara açık mizaçların yakalandığı ve o yıllar için ölümcül neticelerle nihayet bulan bir hastalık. Üstadın içli, naif, hassas, suskun, kenarda, insanlardan ve kalabalıklardan uzakta kalmayı tercih eden münzevi yaşayışının ve hayatı böyle değerlendirişinin tıp dünyasında sembolik karşılığının verem olması da çok anlamlı geliyor bana.

3 yaşında babasını kaybetmiş, durgun ruhunu dünya yolculuğu içerisinde hep kenarda tutmuş, akıp giden hayat karşısında sessizliğin tahrik edici korunaklarına sığınmış, kalabalıklardan özenle kaçınmış, abartı ve şaşaaya, hatta artık ünü İstanbul sokaklarında dolaşmaya başladığı yıllarda bile mizaç olarak “şöhret” denen halin kenarına bile yaklaşmamış bir “uzak adam”dan bahsediyoruz.

Cemil Beyin Orfean Plak Şirketi için doldurduğu plaklardan birisinin
katalog kapağı

 

Aldığı telifi geri iade ediyor

Gökhan Akçura “Gramafon Çağı” (2002) kitabında Cemil Bey ile ilgi çok özel bir anekdot anlatır: İlk plak kayıtlarına girerek ses belleğimizin eşsiz eserlerini tarihe not düşüp, unutulmaktan kurtaran bu deha, vücudunun bir azası gibi taşıdığı enstrümanından ve hisli çalışından belki ki, yaralı ruhunun acısından büyük izler taşıyan bu kayıtların orada burada dinlenmesinden rahatsızlık duymaya başlıyor bir müddet sonra. Hatta “…hünerli parmaklarından ziyade, gizli ruh kıvrımlarının sırlarından taşan nağmelerinin böyle orta malı halinde sokaklara dökülmesinden üzülüyor, eza duyuyordu” (sayfa 16) ifadesi üzerinden okuyoruz üstadın içinde bulunmuş olduğu durumu. Çünkü “musiki” Tamburi Cemil Beye kadar ulaşan kadim Doğu kültürü içerisinde sıradan bir sanat pratiği olmasının çok ötesinde, bütünüyle ontolojik anlamlara karşılık gelen büyük bir bilgi.

Bu bilginin ağırlığını ruhunun hassas odalarında en mahrem duygularla saklayan üstadın, bahsettiğimiz ontolojik ilgi kurulmadan ve bütünüyle araçsallaştırılarak bazı mekanlarda dinlenilmeye başlanmasından hoşnut olmaması çok tabii.  Ve plak şirketine gidip bir sonraki kayıt için hesabına yatırılan telifi (100 Napolyon altını) -ki ekonomik anlamda çok ihtiyacı olduğu halde- alamayacağını, artık çalmayacağını belirterek parayı geri iade ediyor. Plak firmasının (Orfeon) gayri-müslim sahipleri iade karşısından hayretler içerisinde kalıyorlar.

İşte bu, “dünyalık olan” karşısındaki ahlaki mesafesi beni Cemil Beye yakın kılan temel mesele.

Selçuk Küpçük

Selçuk Küpçük; Gazi Üniversitesinde PDR eğitimi gördü. Ordu Ün. Güzel Sanatlar Fakültesinde sinema üzerine yüksek lisans yaptı. Birçok dergide şiir, müzik, sinema ve poetika metinleri yayınlayan Küpçük’ün kendi bestelerinden oluşan albümleri ve Selda Bağcan, Hasan Sağındık gibi birçok sanatçı tarafından seslendirilmiş eserleri bulunuyor. 2018 yılında Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Yılın Müzik Kitabı Ödülüne layık görülen ve müzik-toplum-siyaset-modernleşme gibi konuları ele alan “Aşk ve Teselli” isimli kitabı yanı sıra “Yüzleşmenin Kişisel Tarihi”, “Modern Türk Şiirinde Bellek Arayışı”, “Edebiyat Dergileri Atlası” isimli kitapları yayınlandı.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA