Çankaya Köşkünde Güreş Müsabakaları

10 Kasım’da havaalanına gitmek üzere içinde bulunduğum araç saat 09.05’te durdu ve içindeki yolcuların hemen hepsi ayağa kalkarak saygı duruşunda bulundu. Yoldaki araçların hemen hepsinde de aynı manzara mevcuttu. Sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin değil belki de Türk tarihinin en alçak, hain darbe/darbe teşebbüsü olan, diğerlerinden farklı olarak bu defa salt bir zihniyeti, zümreyi, siyasî partiyi değil ortalama Türk insanını, yani milleti hedef alan, ona silah doğrultan, kurşun sıkan 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra Mustafa Kemal retoriğinde hissedilir bir artış olmuştur. Temsil makamında olmayan bazı bürokrat ve şahısların bile yerli-yersiz ona atıfta bulunmaya bilhassa gayret ettiklerine tesadüf edilmektedir. Üzücü olan odur ki, Mustafa Kemal’e ve ismine yapılan atıfların bolluğu onun tarihî bir şahsiyet ve karakter olarak değil de kutsal biri olarak varlığını ve tesirinin devamına hizmet ediyor. Daha evvel de Tek-Parti iktidarının son yıllarında Mustafa Kemal, kutsallık vasfından biraz uzaklaşmış, tarihî şahsiyeti ve cumhuriyet müessisliği öne çıkmışken Mustafa Kemal sevgisini adeta bir ibadet olarak gören Celal Bayar’ın gayret, teşvik ve sevkiyle DP devrinde pek çok meydan, okul, cadde ve kuruma “Atatürk” ismi verilmiş; Mustafa Kemal, nerdeyse Tek-Parti devrinde olduğundan daha kutsal bir figür haline gelmiştir.

Mustafa Kemal’in tek-adamlığı, nev’i şahsına münhasırdı. Kudret ve kuvveti hiç kimseyle mukayyes değildi. Korumalarının bile çoğu silahşor mebuslardı. Talat Paşa’nın, Enver Paşa’nın gücünün yetemeyeceği İttihadçı şefleri gözünü kırpmadan astıracak kadar da gözü kara biriydi. Ona itiraz, ancak onun müsaadesine tabiydi. Aksi halde Ahmet Ağaoğlu gibi biri hemen “sığıntı”, Sadri Maksudî Arsal gibi biri de “siz profesör değilsiniz” itabına, tahkirine muhatap olabilirdi. Hele Sakallı Nureddin Paşa gibi Millî Mücadele’de kendisine tayin edilen hududu tecavüz edip hak iddiasında bulunan biri hem de meclis kürsüsünde en sert ithamlara muhatap olabilirdi. Terakkiperver Cumhuriyet Fırka, bugün hemen herkesin kabul ettiği üzere Şeyh Said İsyanı’yla alakası sebebiyle değil, kurucularının ve liderlerinin hemen hepsi Millî Mücadele kahramanı olduğu ve serbest bir seçimde halktan teveccüh göreceği için feshedilmişti. Çünkü onlar da Millî Mücadele’de hak iddia ediyordu ve bunun millet, hatta ordu nezdinde bir karşılığı vardı. Aynı şekilde muvazaa partisi olan SCF, serbest bir seçimde halktan teveccüh göreceği, iktidar olacağı ve Reis-i Cumhur Mustafa Kemal’i, bu makama kendi reisi olduğu CHF değil, başka bir parti layık göreceği, bunu da kendisi içine sindiremeyeceği için feshedilmiştir.

Mustafa Kemal’in kontrolsüz otoritesi dışarıda kendisinin diktatör olarak görülmesine yol açmış, o da bu tavsife pek itiraz etmemiştir. (Bkz. Ali Fethi Okyar, Üç Devirde Bir Adam, Tercüman Yay., İstanbul:1980, s.393-394).

Mustafa Kemal’e mübalağalı atıflar artık tarihî hakikatlerle tam örtüşmemektedir. Millî Mücadele’nin bir kadro hareketi olduğu, İttihadçılar tarafından organize edildiği kaziye-yi muhkemedir. Yapılması gereken artık herkesi normal insanî hudutlara irca etmektir. Tek-adam kültüne hizmet millete ve memlekete bir şey kazandırmaz.

Bu yazıda ele alacağımız Çankaya’daki güreşler aslında halı üzerinde güreştirilen çoğu insanın gururunu rencide edecek, onları tarih nezdinde gülünç duruma sokacak bir “ata sporu”dur.

Çankaya’da sadece muvazzaf askerler, köşkte vazifeli aşçılar değil, Cumhurbaşkanlığının en tepesindeki bürokratı, doktoralı devlet görevlileri hatta bakanlar bile güreştirilmişlerdir. Cemal Granda’nın hatıratından Mustafa Kemal’in çok sayıda misafiri askerlerle güreştirdiği anlaşılıyor. Güreş elbette sevilmesi, desteklenmesi, yaygınlaştırılması gerekli bir ata sporumuzdur, ancak bir imparatorluğun varisi olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin idare edildiği Riyaset-i Cumhur binasında hem de çoğu kez davetlilerin önünde güreşe tutuşturulanların temsil makamında olmaları dahi hesaba katılmadan meydana sürülmeleri ne kadar doğrudur, tartışılır.

Çankaya güreş müsabakalarına dair nakledilenlerin bir kısmı şöyledir:

1-A.Süheyl Ünver’in 1965 senesinde tarihçi Korgeneral Cevdet Çulpan’dan dinlediğine göre Mustafa Kemal, bir gün Çankaya Köşkü’nde dolaşırken pehlivan yapılı bir asker görür. Askere “güreş yapar mısın?” sorusuna “evet” cevabını alır. Bir gün de hazırlanan yemekleri görmek için mutfağa gittiğinde orada pehlivan yapılı bir aşçı görür. Ondan da “güreş yapar mısın?” sorusuna “evet” cevabını alır. Mustafa Kemal, askerle aşçıyı güreştirir. Asker ve aşçı “paşamızın huzurunda ayıp olur, birbirimizi yenmeyelim” diye sözleşirler. Ancak aşçı sözünde durmaz ve askeri yener. Bunun üzerine asker ağlamaya başlar. Niçin ağladığını soran paşaya hadiseyi hikâye eder. Paşa da yanında bulunanlara ve dostlarına dönerek “İşte görüyorsunuz ya, Türk’ü daima böyle aldatarak yenmişlerdir” der. (İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrosu Dergisi, Atatürk 100 Yaşında, Özel Sayı)

2-Türk Folklor Araştırmaları ve Müzeciliğinde mümtaz ve müstesna bir mevki ihraz eden Kazan kökenli Hâmit Zübeyir Koşay, Çankaya’daki güreş müsabakası ile şunları anlatmıştır: “Bir akşam Çankaya’da huzurda sohbetteydik. Bazı ilmî münakaşalar yanında konu eski Türk sporuna geldi. Atatürk birden bana dönerek, Özel Kalem Müdürü Hikmet Bayur’la güreş tutup tutmayacağımı sordu. Atatürk’ün karşısında ‘hayır’ diyemezdim. Bu arada Hikmet Bayur’u da mahçup etmek istemiyordum. Halıların üzerinde güreşe tutuştuk. Bir süre güreşten sonra ister istemez yenilmiştim. Ata tebessüm ediyor, ‘sporda yenilmek, yenmek kadar onur vericidir’ diyordu” (Türk Kültürü Araştırmaları, Phil.Dr.Hâmit Zübeyr Koşay’ın Hâtırasına Armağan, Yıl XXIV/2, 1986, s.12). Hikmet Bayur, Çankaya’da onlarca insanın önünde güreşe tutuşturulmasına itiraz etmeyen bir bürokrat-hariciyeci-mebus-vekil tarihçidir.  10 ciltlik Türk İnkılâp Tarihi veludluğuna ve çalışkanlığına delilse de kalemi Çankaya’nın gölgesinde II. Abdülhamid’e ve İttihadçılara kan kusmakla iştihar etmiştir. Bâb-ıâli Baskını’nın ve dedesi Sadrazam Kamil Paşa’nın intikamını tarihi hakikatleri çarpıtmakla almaya çalışmıştır. Hamit Zübeyir Koşay ise mutekit tüm Kazanlılar gibi halife Abdülhamid’e merbutiyet ve muhabbeti had raddede olan dedesinin halifeye hürmeten kendisine  “Abdülhamid” ismi verilmiş ateşîn zekâya sahip biridir. Eniştesi Rızaeddin b.Fahreddin’in himmetiyle okuması için küçük yaşta İstanbul’a gönderilmiş ve Selanik Rüşdiyesi’nde yatılı olarak kaydedilmiştir. Okuldayken II. Meşrutiyet’in ilanıyla Abdülhamid’e hakaret eden gayrimüslim çocuklarının padişahla isim benzerliğinden dolayı kendisiyle alay etmeleri ve bunun da okul hocaları tarafından duyulması üzerine onların tavsiyesiyle sadece Hamit ismini kullanmaya başlamıştır.

3- Cemal Granda’nın hatıratına göre Dolmabahçe’de akşam sofrada Mustafa Kemal ile Reşit Galip Maarif Vekili Esat Bey yüzünden tartışırlar. Mustafa Kemal, Esat Bey’in kendisini okuttuğunu, kıymetli bir isim olduğunu söyler. Reşid Galip ise hatırata göre  haşa sümme haşa “Değil seni okutmak, senin Allahını okutsa yine bu adam Maarif  Vekili olamaz” diye sert bir çıkış yapar. Bunun üzerine Mustafa Kemal, Reşit Galip’e Lütfen  sofrayı  terkediniz!der. İçkinin tesiriyle coşan Reşit GalipBurası sizin değil, milletin sofrasıdır. Burada oturmağa benim de sizin kadar hakkım vardır. Gerçi biz saraydayız ama hocanız Hace-i Sultanî değildir. Cumhuriyette tenkit serbesttir…” diye mukabelede bulunur. Bunun üzerine Mustafa Kemal “ Öyleyse müsaade ederseniz ben terk edeyim” der. Aradan bir müddet geçince Reşit Galip affa mazhar, hatta maarif vekili olur. Yer yine Çankaya’dır. Granda’dan okuyalım:O gece sofra oldukça kalabalıktı. Reşit Galip’in üzerinden sevinç akıyordu. Toplantının en kıvamlı anında Atatürk kapıda duran askerlerden  ikisini  çağırdı ve güreştirmeğe başladı.  Çoğunluk böyle yapar, gezilerinde olsun, köşkte olsun,  yiğit  Mehmetçiklerden bir kaçını yanına çağırarak güreştirir, Türk gücünün nelere yettiğini gözleriyle  görmek   isterdi. Hatta yanında bulunan çok sevdiklerini, bu Mehmetçiklerle -istemeseler bile- güreşe tutuşturur, onların hırpalanışını hazla seyrederdi. Bir kaç keresinde Mehmetçikleri  kendisiyle  güreşe de davet  etmiş, fakat  hiç biri ‘Senin sırtını yedi düvel yere getiremedi, biz mi getireceğiz’ diye güreşe yanaşmamışlardı. Güreş çok tatlıydı. Hepimiz büyük bir dikkat ve merakla sonunun nasıl geleceğini bekliyorduk. Reşit Galip’in ise merakı son haddini bulduğu bir sıra, Atatürk askerlere işaret ederek yeni bakanı ‘altı okka’ yapmalarını   emretti. Hepimiz şaşırmıştık. Bakan da öyle. Daha şaşkınlığımız geçmeden o babayani iki asker, Reşit  Galip’i karga tulumba kucaklayıverdiler. Havaya kalkan bakan, önce bir iki çırpınmayı denedi; fakat ne had­dine. Dev gibi muhafızların birer çelik pençeyi andıran elleri arasında kıpırdamak ne mümkün. Toplantıda bulunanlarda heyecan son haddini bulmuştu. Sonunun ne olacağını merak ediyorlar, adeta nefes bile almaktan korkuyorlardı. Atatürk ise soğukkanlı ve tabii görünüyordu. Askerler, Reşit Galip’i iki üç sefer havaya kaldırdılar. Tam yere vuracakları sırada Atatürk’ün bir işaretiyle vurmaktan vazgeçiyorlar, tekrar var hızlarıyla havaya sallıyorlardı. Birkaç kez tekrarlanan bu hoş oyundan  sonra (biz çocukluğumuzda çok oynardık) Atatürk Mehmetçiklere ‘yeter’ dedi. Sonra sofradakilere  döndü. Gülerek: ‘Biz istersek  böyle  de  hareket  edebiliriz dedi”. (Cemal Granda, Atatürk’ün Uşağı İdim, s.76-83).

Mustafa Kemal’in sofrasında mutadın haricinde konuşan üç kişi vardı. Bunlardan biri çocukluk arkadaşı Nuri Conker’di. Conker, peşin müsaadeye binaen böyle konuşurdu. Ancak Reşit Galip ve Kel Ali itap ve muahezeye muhatap olacakları konuşmayı içkinin tesiriyle yapmışlardı. Bu son ikisinin müşterek vasfı İstiklal Mahkemeleri heyetinde yer almış olmalarıydı. Bu vasıfları olmasa içki de onları bu şekilde konuşmaya sevk edemezdi zannındayız.

Mustafa Kemal, tek-adamlığının ötesinde istediğini yaptırtmakta sınırları zorlayan biriydi. Sofrada dille alakalı bir sohbette bir suale cevap veremeyen Kazım Nami Duru’yu bir ilkokul çocuğu gibi tahtanın önünde dakikalarca bekletmiş, ağır sözler sarf etmiştir. Çankaya’daki güreş müsabakalarına bu gözle bakmakta fayda vardır. Cumhurbaşkanlığı köşkünde  veya sarayda bu misillü güreş müsabakası bir padişahın ya da devlet başkanının hatrına gelmiş midir, gelebilmiş midir, bilmiyoruz.