Biraz Paradan Konuşalım Mı?
“İhtiyaçtan fazlasını infak edin” (Bakara/219); “Mallarınız ve evlatlarınız birer imtihan aracından başka bir şey değildir” (Enfal/28) ayetlerinin bilinciyle yaşayanlar, helal rızık için çalışanlar, gayretleriyle insanlara iş imkânları açanlar, yanlarında çalışanların emeğinin hakkını verenler, kazandıklarından ihtiyaç sahiplerine, devlete ve topluma pay ayıranlar, ne mutlu sizlere. Size ne diyeceğimiz olabilir duadan başka. Siz, ülkemizin de toplumumuzun da insanlığın da gücüsünüz. Allah, sizlerin sayınızı da, kazançlarınızı da çoğaltsın… Ama bir de Ahmet Tabakoğlu Hocaya şunları söyletenler var: “Parayla olan imtihanımızı kaybettik. Gerekçe; zengin olursak itibarımız artar. Oysa zenginliğin sorumluluk isteyen bir şey olduğunu unutup paraya esir olduk. Makam, mevki peşinde koşarak hayatımızı garanti altına almayı amaç edindik… Hatta makam-mevki uğruna, istikbal uğruna ‘Müslüman Müslümanın kurdu’ haline geldi” (Düşünce Dergisi, “Para” sayısında yapılan mülakat).
Hakikat ve gerçek birbirinden böylesine kopmuşsa, başımızı iki elimizin arasına alıp çokça düşünmek, istişare edip konuşmak, dertleşmek lazım… Konuşmalıyız ama konuştuğumuza da değmeli, sözün hakkını vermeliyiz. Sathi bakışlarla kendimizi sınırladığımızda sorunları da çözüm yollarını da netleştiremediğimizi fark etmeliyiz. Dilimin sınırları, dünyamın sınırları… Söz, varlığın evi… Varlık, sözle dile gelir; bu dili kendi ahvalimizce anlamadan Hakikat ile irtibat kuramayız. Elbette inanan insan için, Allah’ın sözü, her işin başı, her olup bitenin temelidir. Ne ki insana “akletmez misiniz?” denmiş, bu buyruğa binaen “tüm kitaplar tek bir kitabın anlaşılması içindir” anlayışı yerleşmiştir. Bugünün dünyasında söz, felsefeyi de bilimi de ırmağına katarak akmaya devam ediyor. Onlardan yararlı olanları, biz de kendi idrakimiz içine almalıyız.
Kelimelerin, kavramların etimolojilerinin, tarih ve kültürler boyunca değişen anlamlarının ne olduğunu, insanın anlama yetisinin gücünü ve sınırlarını hesaba katmadan yapılan akıl yürütmeler, pek de âlimane olmuyor. Bilincimizi Hakikat’e doğru sıçratmıyor. Mesela “ruh” kavramını ele alalım… Kur’an-ı Kerim’de “ruh” kavramıyla ilgili hem geleneksel tefsirlerden hem de ilahiyat fakültelerinde yapılmış çalışmalardan o kadar çok şey öğrenmek mümkün ki… Bu bilgiye ulaştığınızda ilk fark ettiğiniz şey, “ruh” konusundaki ayetleri (âlimane bir tarzda) anlamanın ve yorumlamanın ne kadar zor olduğudur. Bu zorluk bir yana, bir de modern zamanlarda hemen her dilde yaşanan anlam kaymaları var. Türkçede de “ruh” dediğimizde bugün ne çok farklı şey akla geliyor. Uzmanlık dalımın adı, resmi kayıtlara göre “ruh sağlığı ve hastalıkları”, fazla söze hacet var mı?… Velhasıl, konuşalım ama söz alanın ne hakkında konuşacağını iyice belirlemesi, sınırlarını aşmamaya özen göstermesi gerekli. Ben biraz felsefeden ondan azıcık daha fazla psikolojiden anlarım. Bu sebeple özellikle paranın felsefesi ve psikolojisi üzerine okumaya, düşünmeye, yazmaya karar verdim.
Paranın felsefesi ve psikolojisi konusunda konuşacağız ama “ekonomi” kelimesinin tarihsel değişimini görmek bile çok ürkütücü. Eski Yunan’da “ekonomi” “eve, aileye ait olanın yönetimi yasası” manasına geliyor. İlk kez 1615 yılında rastladığımız “ekonomi politik” ise, eve, özel olana ait olanla devlet yönetimini birlikte düşünmeyi tarif ediyor. Ekonomi politik ile birlikte dini ve geleneksel ahlaki perspektif terk ediliyor; insana “homo economicus” denilmesinin yolu açılıyor. Giderek ekonomi, “kıt kaynakların sonsuz ihtiyaçlar arasında dengeli dağıtımını sağlamaya çalışan bilim” diye kendine bilim dünyasında yer bulmaya çalışıyor, “milli ekonomi”, “makroekonomi” adları gündeme geliyor. Tüm bunlar, ekonominin “saf bilim” olarak sınıflandırılması için henüz yetmiyor. Bunun için belirsizliğin de tarihsel bağlamın da ortadan kaldırılması, matematiğin yol göstericiliği gerekiyor. Bunu 1970 Nobel Ekonomi Ödülü sahibi Paul Samuelson başarıyor. Küreselleşme ile birlikte finansın mekânsal ve siyasal sınırları aşarak liberalize olmasından bahsediliyor.
Üzerinde konuşmak istediğimiz paranın mübadele aracı, değer ölçüsü ve değer stoku olarak işlevleri de tüm bu süreç boyunca değişiyor. Bunları bilmeden, özellikle kâğıt para ile birlikte ortaya çıkan büyük dönüşümü anlamadan konuşmak, neredeyse imkânsız. “Kâğıt paranın mahiyet ve kaderini, daha kâğıt para bir dünya fenomeni haline gelmeden, iktisatçıları kıskandıracak bir bilgelikle ele alan Goethe oldu” diyor Mustafa Özel ve Faust’taki hikâyede, bütçe açığının kâğıt parayla kapatılması ve ekonominin canlanmasını, önce insanın sonra devletin ruhunu şeytana satması olarak niteliyor. Nasıl ekonomi politik, paraya dini bakışı bitiriyorsa, kâğıt para da diğer metallerden altın elde etme çabası olan simyayı sona erdiriyor. İşte biz, kâğıt para icat olduktan sonraki dünyada -ki bu dünya öncekilerden çok ama çok farklı- felsefenin ve psikolojinin sınırları içinde kalarak paranın bize tesirini konuşmaya çalışacağız. Yapabilirsek…
“Paranın Felsefesi”
Yaşadığımız modern zamanlarda paranın bize olan tesirini, girdabına alıp bizimle nasıl kedinin fareyle oynadığı gibi oynadığını, yani paranın felsefesini ve psikolojisini konuşacaktık. Ama önce bir hakkı teslim etmek gerekiyor. Bu konuda kim ne söylerse söylesin, diyecekleri Alman sosyolog Georg Simmel’in yazdıklarına dipnot düşmekten ibaret kalacaktır. Bizimki de öyle…
Simmel, akademi dünyasında hakkı yenmiş dehalar arasında ön sıralarda yer alır. Sosyolojiye alabildiğine özgün ve derinlikli bir bakış getirmesine rağmen, adı Marx ve Weber’in hep gölgesinde kalmış, akademiye ancak hayatının sonlarına doğru 56 yaşında kendisini kabul ettirebilmiş. “İnsan Kısım Kısım: Topluluklar, Zihniyetler, Kimlikler” (Vadi Yayınları) kitabımı yazarken insanın grup-varlığına sosyolojiden gelen katkıları araştırdığım sırada Simmel’i tanıdım. Sosyolojiden gelen katkıları, sadece “Georg Simmel’in ihmal edilmiş sosyolojik kavrayışı” başlığı altında ele alacak kadar hayran oldum. Sosyolojiyi insanın fıtratından ve insan ilişkisinden kalkarak ele alıyor Georg Simmel. Bu yüzden ona “sosyolojinin Freud’u” unvanını verenler var. Ama bence bu tanım yetersiz. Simmel, psikolojinin ve bilinçdışı arzuların toplum yaşamındaki ve tarihteki akışını ve önemini, çok daha önce kavramış ve daha iyi ifade etmiş, üstelik dürtü teorisinin saçmalıklarına düşmemiş. Freud’un “Uygarlığın Hoşnutsuzlukları” kitabındaki Simmel etkisini de şuracığa kaydetmeli.
“Tarih eğer bir kukla oyunu olmayacaksa, ruhsal olayların tarihidir… Her ne kadar tarih biliminin yalnızca bilinçli süreçlerin tarihini anlatmakla görevli olduğu iddia edilse bile, yine de bilinçsiz süreçler bilinçliler arasına öyle çeşitli şekillerde girerler ve zamanla onların zeminini öyle hazırlarlar ki, bunların yardımı olmadan bilinçlilerin tam açıklamasına ulaşılamaz… Eğer yasa bilimi niteliğinde bir psikoloji var olsaydı, o zaman tarih bilimi, aynı astronominin uygulamalı matematik olması gibi, o anlamda uygulamalı psikoloji olurdu.” Psikolojinin önemini böylesine ustaca fark eden Simmel’in sosyolojisinde de bu derin bakış belirleyici. “Ne ‘toplum’ kavramı ne de ‘birey’ kavramı, sosyoloji için temel kavramlar olabilirler. Bu durumda sosyolojiye bilim olma liyakatini sağlayacak olan bir nihai dayanak noktası bulunmadığından… dayanılacak nokta olarak geriye toplum kadar bireyin de içinde hayalet gibi kaybolup gittikleri ‘karşılıklı etki’ dışında hiçbir şey kalmaz. Sosyolojinin özelde veya genelde açıklamaya çalışacağı temel nesne/konu ‘karşılıklı etki’dir…” Orada verili duran bir toplum fikrine karşı olan Simmel, daha çok toplumsallaşmanın nasıl olduğuna verir dikkatini. Gerçekliğin bilgisine ancak, her süreci en basit motiflerine kadar analiz ederek ve bunun için de her yerde iç içe geçmiş bir örgü halinde olan toplumsal iplikleri çözerek ulaşılabileceğine düşünür.
Simmel’e göre, toplum karmaşıklaştıkça insanların niceliksel ve yapısal bağımlılıkları artar. Modern kültürde toplumsal farklılaşma derinleşirken, toplumsal bağımlılıklar kişiyi şeyleştirecek boyutlara ulaşır; bir trajedi ortaya çıkar. Simmel, Marx’tan çok farklı bir düşünceye sahiptir. Onun gibi ekonomik ve sosyal problemleri kapitalizme özgü görmez, sorun, insanın fıtratındadır.
Simmel için yakında ve kolay elde edilen ile uzakta ve zor elde edilen şeyler değil çok yakında, ulaşılabilir ve aynı zamanda büyük çaba gerektiren şeyler değerlidir. Modern yaşantıda para, hem mesafeyi tesis etmek hem de güçlükleri aşmak için gerekli teçhizatı sağladığından çok önemlidir ve çağın ruhunu temsil eder. Takas ekonomisinden farklı olarak modern ekonomide para sayesinde sonsuz bir mübadele serisi mümkün hale gelir. Para nedeniyle dünya daha fazla şeyleşirken insan da daha fazla yabancılaşır. Bu nedenle önce “Paranın Psikoloji”ni, ardından, dilimize de çevrilmiş olan muhteşem eseri “Paranın Felsefesi”ni yazar.
Simmel para ekonomisi ile rasyonalitenin egemenliği arasında da bir bağ görür. Bunların ortak yönleri, insanların ve eşyanın ele alınışındaki tarafsızlıklarıdır. “Para, eşyanın çeşitliliğini ortak ölçülebilir kılmakla, bunlar arasındaki tüm niteliksel farkları sadece onlara biçilen miktar farkı aracılığıyla ifade etmekle, renksizliği ve ayırımsızlığı dolayısıyla tüm değerlerin ad koyucusu olarak kendini ileri sürmekle; en korkutucu kodlayıcıya dönüşür. O, eşyanın özünü oyar, özgüllüğünü, özel değerini, karşılaştırılmazlığını, kendisinden kurtulmanın imkânsız olduğu bir biçimde kemirir… Hatta para sadece ekonomik yaşama damgasını vurmakla kalmaz; üstelik tüm yaşam stiline, yaşam görüşlerine, değersel tavır almalara ve insanlar arasındaki karşılıklı ilişki formlarına da damgasını basar; yaşama temposunu belirler.”
İslam ekonomisi, İslami bankacılık gibi başlıklar altında Müslümanların faize ve kapitalizme direnme çabaları takdire şayan ama galiba asıl umut, paranın rolünü deşifre eden ve hallaç pamuğu gibi attığı ruhlarımızı ferahlatmayı başaran çabalardan gelecek.