Bir El Dünyayı Çin’e Doğru İterken; ‘Emperyal Alternatif’
Aşağıdaki makale, yazarın 2004-2005 yıllarında Yarın dergisinde yayınladığı ve daha sonra Teolojinin Jeopolitiği-Allah-Vatan-Özgürlük isimli kitabına aldığı makalelerin güncellenmiş özetidir.
—————————————————————————
Küresel kaosa karşı Yenı̇ mesih Çı̇n Senaryosu
Küresel koalisyonun finans-kapital kanadı, konvansiyonel güçleri kendine baş düşman olarak görmektedir. Ulus devletler, kurumsal dinler, ‘büyük anlatı’lar, yani olası tüm sermaye düzeni karşıtı direnç dinamikleri, finans-kapitalin nefretini çekmektedir. Küresel finans-kapital, bu geleneksel kurum ve kuramlar yerine, kendine ait yeni araçlar geliştirerek ilerlemektedir. Ulus devletlerin hükümetler arası örgütleri (ENGO) yerine hükümet dışı kuruluşlara (NGO), devletler arası anlaşmalar yerine şirketler arası hukuka, ulusal kültür yerine küresel kapitalist imaj kültürüne, ulusal ekonomi yerine ulus aşırı seyyal para merkezli ekonomiye, dinin aşkın özü (Tevhid) yerine, dinler arası diyaloga (pagan kökenli hümanizm), kamu düzeni yerine bencil bireye dayalı ihtiras dinamizmine yaslanmaktadır. Bankalar, borsalar, medya ve NGO’lar, küresel sermayenin temel araçlarıdır. İşte bu güç, halihazırda dikkat çekici bir şekilde Hindistan ve Çin’e yerleşmeye çalışmaktadır. Toprağa, geleneğe, toplumlara bir sadakati olmadığı için, kendisine sanki yeni bir keşfedilecek kıta aramaktadır. ABD’deki Konvansiyonel kanatla iç çelişkileri de bu arayışın esas nedeni gibi görünmektedir. Zira, ABD’yi oluşturan bileşkenin toplamını yöneten üst elitin, yani son karar merciinin kim olacağı sorunu, küresel sermayeye yedek bir üs arayışını dayatmış gibidir. Yeni dünya düzeninin konvansiyonel kanadın yöntemi doğrultusunda bölgesel ve ulusal devletler üzerinde kurulması, finans-kapitalin yeni kısıtlamalarla baş başa kalmasını getirecektir. Bu nedenle, küresel sermaye, Amerika yerine, Çin merkezli yeni bir doğuş için hazırlanıyor görünmektedir. (Çin’in en büyük bankasının sahibi Rockfeller’dir. Rockfeller ve Rocshild, Morgan vb. Yahudi görünümlü aileler, tıpkı M.Ö. 5. Yy.da Aryan-Pers emperyalizminin Hind kıtasından getirip mezopotamyaya yerleştirdiği ve ticareti kontrol için görevlendirdiği Ezra liderliğindeki ilk yahudiler gibi, modern dönemde batının (önce Almanların sonra İngilizlerin) Ezra’sı olarak Yahudi partisini Aryanların kapısına bağlayıp batı adına küresel ticareti yöneten Aryan faşizminin sembol ismidir.)
Çin, aslında 15. yüzyılda keşfedilmeyi bekleyen Amerika kıtası gibi, dünyadan yalıtılmış bir kıtadır. Maoculuk, yani derin sinir uçlarında Batı’yla-İngiltereyle- temas geleneğine sahip yönetici eliti ve ekonomi-politik karakteriyle, adeta kapalı bir kutudur. Tarihte Finike-Kartaca-Venedik ve 18. Yy da Doğu Hind Kumpanyası olarak dünya ticaretini konvensiyonel güçlerle çelişki içinde yöneten küresel sermaye geleneği açısından bakıldığında, Çin, Amerika kıtasını terk ederek yeni bir sayfa açma ve Pasifik eksenli olarak küresel sürecin yönünü değiştirme hedefinin en elverişli mekanıdır. Finans-kapital güçler, sessizce Çin’e yığınak yapmaktadır. Özellikle Çin’e yönelen yatırımlar, ileri teknoloji üretimi ve finans-kapitalle kurulan kapalı ilişkiler, Çin görünümlü, yani Çinli (ve Hindli) elitlerin önde olduğu ama geride küresel finans-kapital baronlarının yönettiği bir yeni süper imparatorluk inşa ediliyor gibidir. Bu bağlamda, ilk planda olası tüm büyük güçler gibi, ABD imajının da finans-kapital kontrolündeki araçlar tarafından yıpratılması dikkat çekicidir. Mesela, Irak’taki vahşetin dünyaya servis edildiği mekanizmalar, bu finans gücünün denetimindedir. Sanki finans-kapital, ABD içi bir tür soğuk savaş yürüterek rakip kanada şantaj yapmaktadır.
Deli numarası yapan bir yaratığın yönettiği ABD ile Amerikan Fetösü olan yahudi lobisinin tüm ülkelerin yönetici elitlerini epsteinvari yöntemlerle yönettiği küresel şantaj düzeni engelsiz, alternatifsiz bir şekilde devam ediyor. Bu küresel kaos ortamında delirmiş numarası yaparak gazze’de çoluk çocuk katleddip adeta Moğol dehşeti salarak her ülkeye ‘sizi de böyle yaparız’ demeye çalışan siyonist israil terör örgütünün insanlığı bezdirip-korkutup başka bir kurtarıcı-mesih- aramaya koşulladığı görülmektedir. Yahudi partisinin, hem İsrail üzerinden hem de ellerindeki her tür şantaj malzemesi ile insanlığın kadim değerleriyle savaşı, ABD’nin insanlık nezdinde iyice kötücülleştirilmesi ve giderek alternatif bir kurtarıcı güç arayışını beslemektedir. ABD’nin dünyayı kana boğan 2. Dünya savaşı sonrası kurtarıcı olarak sahmeye çıkması ve İngiliz, Fransız, Alman emperyalizminden yorulmuş dünyaya hürriyet, demokrasi, kalkınma gibi liberal değerlerle kurtarıcı bir misyon üstlenmesi gibi, şimdi de Çin, sessizce ve sabırla Amerikan-yahudi şirretliğinin kana ve gözyaşına boğduğu insanlığı kurtaracak, yeni teknoloji, ekonomi, sosyalite vaadeden yani ABD gibi yeni bir dünya kurma ihtimali içeren bir görünümle sahneye hazırlandığı görülmektedir. İblis, İngiliz, Amerikan, Yahudi, Alman, Fransız, Rus maskelerinden sonra Çin maskesiyle mehdi-mesih rolüne hazırlanmaktadır.
Küresel Aryan faşizminin, özellikle İslam dünyasında bütüncül bir iradeye hiçbir şekilde razı olmadığı ortadadır. Yine bazı ABD gelecek vizyonu raporlarında geçen, Türkiye, İran, Irak, Arabistan, Mısır, Suriye vb. ülkelerin parçalanması senaryolarının sahipleri, küresel sermaye gücüdür. Bu güç, ‘yeni Osmanlı’ ihtimalini sabote etme, başaramazsa büyük İsrail projesine dönüştürme gayreti içinde gibi görünmektedir. Aryan faşizminin Ortadoğu müttefiki İran’ın şii hilali ile tahrip ettiği, mezhepçi bölücü tohumlar ektiği kaos sürecini ve Suriye, Irak, Lübnan, Yemen’deki Müslüman katliamlarını devralan ABD-İsrail koalisyonu, şimdi Gazze’de başlayıp devam ettirdiği katliam, kaos ve terör saldırılarıyla rüşeym halindeki büyük Mezopotamya-Akdeniz (Müslüman Roma/Osmanlı) ihtimalini tahrip etmeye çalışmaktadır. Yine, İslam’ın bir din olarak tasfiyesi de bu gücün programındadır. Zira küresel köleleştirme ve insan türünü küçük bir azınlığın güdeceği sürülere dönüştürme programının tek rezistansı, dağınık, projesiz ve kaba da olsa, İslam dünyasındadır.
İşte bu şeytani operasyonların nihai hedefi veya doğal sonucu bir çok mağdurun, ülke, devlet, toplum veya örgütün bu zalimliğe karşı Çin’e doğru bükülmesi, kalanların ise boyun eğerek saldırgan gücün aparatına dönüşmesidir. Tıpkı soğuk savaş dönemindeki gibi, Anglo-sakson-yahudi cephesine boyun eğmeyenler için yine sözde anti emperyalist ve toplumcu-Sosyalizm maskeli alternatif bir kucak hazırlanmaktadır. Rusya’nın 60 yıl oynadığı tiyatroyu Çin devralacak gibidir. ‘En kötü, en iyinin kötüye kullanımıdır’. Anti emperyalizm, anti yahudicilik anti batıcılık, halkların özgürlüğü, ulusal kurtuluşculuk, eşit ve özgür bir dünya diye diye 60 yıl insanlığın yarısını Batılılaştırıp kadim değerleri tahrip eden, din ve geleneksel birikimi yok edip hafızaları silen yani kapitalist hegemonyayı Doğuya gönüllü olarak yayıp küresel hegemonyasını tamamlayan şeytani aryan düzeni, şimdi de henüz insan olma evrimini bile tamamlamamış Çinli yarı insanların kılığına bürünmektedir. Ultra teknolojiler, büyüleyici şehirler, batıya alternatif iletişim, ulaşım, yaşam aletleri, batıya kafa tutan silahlar…tek sorun, Rusya’nın sosyalizm kod adlı münafık dinciliğinin yerine ikame edeceği cazip bir fikriyat, kültürel ve sosyal alternatifler, manevi değerlerin olmamasıdır. Kimbilir belki de son 500 yıldır olduğu gibi 2030’lardan itibaren insanlığın gündemine sokulacak yeni insan-din-yaşam felsefeleri, cazip ideolojiler, kültürel yaşam kodları bir kenarda hazırdır ve henüz açıklanmıyordur.
Yeni Emperyalı̇zme Karşı Emperyal (Üniversal) Alternatif
Küreselci emperyalizmin en reel alternatifi, sadece anti emperyalizm değil, emperyal alternatifler geliştirmektir. Emperyal ifadesi, çok uluslu ve dinli büyük bütünler manasındadır. Dünyanın her kıtasında, emperyalizmin bölüp parçaladığı tüm kardeş toplumların kıtasal ya da bölgesel bütünleşmelere yönelmesi, emperyal alternatifleri doğuracaktır. Latin Amerika, Orta Amerika, Mezopotamya-Akdeniz Havzası, Hind alt kıtası, Orta Asya, Afrika ve Uzak Asya emperyal alternatiflerin oluşabileceği kıtasal coğrafyalardır. Bu havzalardaki ulus devletler bir üst bölgesel devlet modelinde birleşebilirler. Dünyayı tek bir küresel devletin arazisi yapma projesi ya da birkaç Batılı büyük birleşik devletin paylaştığı çiftlik olmaktan çıkartmanın tek yolu, Batı dışı dünyanın kendi arasında yakınlaşmalar, bütünleşmeler, birlikler oluşturmasıdır. Kıtasal emperyal devletler sistemi, çok kutuplu dünyanın altyapısını oluşturacak ve dünya barışının da teminatı olacaktır.
Türkiye, Mezopotamya-Akdeniz Havzası’nın bütünleşmesinde öncü bir rol üstlenebilir. Bu emperyal siyaset, geri kalan tüm siyasetlerin temeli ve maksadı yapılarak tüm iç ve dış politik kararlar, bu emperyal hedefin açılımı ya da uygulanmasını ifade edebilir. Avrupa birliği süreci, bu bağlamda Türkiye için bir zaman kaybını ifade etmektedir. Esasen jeo-kültürel açıdan Türkiye, Avrupalı değildir. Hatta, çoğu durumda Avrupalılık, Türkiye için bir hakaret ve aşağılama sıfatıdır. Batılılaşma hedefi ve Batı’ya bağımlılıkta dönüm noktası olan Kırım Savaşı sonrasında toplanan 1856 Paris Konferansı’nda İngiltere ve Fransa, Osmanlı Devleti’ni bir Avrupa devleti olarak kayda geçirmiştir. Bu kayıt, Osmanlı’nın farklı ve alternatif bir imparatorluk olmaktan çıkartılıp sıradan bir Avrupa devleti düzeyine indirilmesi manasında, aslında ironik bir tenzil-i rütbe olayıdır. Osmanlı, diplomatik düzeyde süren ve ekonomik bağımlılığın pekiştiği işte bu süreç sonunda “hasta adam” haline gelmiştir. Bu nedenle, Türkiye’nin Avrupalılık kimliği ve Avrupa Birliği’ne üyelik adına geliştirilen benzer söylemler, Türkiye için hala aşağılama tonu taşımaktadır.
Esasen Osmanlı devrinden beri Batı’ya dönük ilginin nedeni, teknolojik ve sosyal modernleşmenin ıskalanmaması gayretiydi. Ne var ki, Tanzimat süreci, modernleşmeyi Batılılaşma olarak ele aldı ve Batı karşısında aşağılık kompleksine dayalı bir kabuk değişimini dayattı. Oysa, özgün bir modernleşme siyaseti, Batı’da olduğu varsayılan sözde uygarlık nimetlerini üretmeyi sağlayacaktı. Ki iki yüz yıl sonra bugün, Türkiye’de, başka bir çok Batı dışı toplumda, biraz gayretle özgün modernleşme siyasetlerinin meyvelerini devşirebilmekte, eğitimli nüfus, teknoloji geliştirme, kentleşme ve benzeri alanlarda Batı’dan bile ileri modeller üretebilmektedir. 19. yüzyılın baş döndürücü değişim dönemi, Batı dışı dünyayı bu adımları atmaktan alıkoymuş olabilir. Ama bugün için hala yüz yıl önceki Batılılaşma hedefi ve tarzını savunmanın hiçbir rasyonel gerekçesi yoktur.
Öte yandan bugün, Batı’ya bağımlılıkla Batı ile ilişki ve ittifaklar içinde olmak birbirine karıştırılmaktadır. Batı’ya bağımlı olmaktan çıkma çabası, dünyadan kopmayı değil, aksine gerçek dünya ile buluşmayı ve bütünleşmeyi sağlayacaktır. Türkiye, Batılılaşma siyaseti nedeniyle Batı dışında bir dünya tanımaz, bilmez hale gelmiştir. Hatta seksen yıl önce eyalet statüsüyle birlikte olduğumuz komşu ülkelerimizi bile ya hiç tanımıyoruz ya da Batı medyası üzerinden biliyoruz. AB üyelik süreci, işte bu bağımlılığın kalıcılaşması ve hukukileşmesi dışında hiçbir yenilik içermemektedir. AB üyeliğinin dondurulması ya da özel statü tanımı ile başka bir mecraya çekilmesi Türkiye’nin gerçek çıkarlarının gereğidir.
Mezopotamya-Akdeniz Havzası, Doğu Roma ve Osmanlı’nın en geniş sınırlarını ifade eder. Bu sınırlar güncellenerek daha geniş bir coğrafya üzerinde bütünleşmenin yolları aranabilir. Enerji kaynakları, insan kaynakları, bilgi birikimi, teknoloji üretecek insan malzemesi, uygarlık dinamikleri, insanlık değerleri, her şey ama her şey bu coğrafyada mevcuttur. Küreselci emperyalizm zaten bu mevcudu ele geçirmek için buralarda dolaşıp durmaktadır. Bu bölgenin halklarına kendi dünyasını parlak görüntüler olarak sunmakta, ama kendileri yüzyıllardır bu bölgenin zenginliklerini paylaşmak için çabalamaktadır. Sorun, bu bölgede kendine güvenin kaybedilmiş olmasıdır. Batı karşısındaki aşağılık kompleksi, kendi sorunlarını çözemeyen bir felç hali üretmiştir. Bu felç hali ve kendine güven sorunu, tüm bölge halklarının gönüllü birliğini ifade eden ortak bir devletin örgütlenmesiyle, bu ortak devletin asabiyesi ile aşılabilecektir. Bölgede oluşturulacak bir bütünleşme süreci, emperyalizmin gördüğü ve göz koyduğu, bizim de kaybettiğimiz zenginlikleri, potansiyelleri, saklı dinamikleri harekete geçirecektir.
Örneğin, Büyük Ortadoğu Projesi, dikkat çekici bir şekilde bu potansiyellerin istismarına dayalı olarak gündeme getirilmiştir. Neo Osmanlılık, Türkiye’nin model olması, bölgede değişim ihtiyacı, İslam’ın gücü, Doğu ve Batı arasındaki sentez rolü, diktatörlüklerin tasfiyesi ve demokratik yönetimlerin kurulması gibi bu topraklarda yaşayan her sağduyu sahibi insanın on yıllardır dile getirdiği sorun ve çözüm yollarının istismarı söz konusudur. Tüm bunlar, tabi ki doğru tespitlerdir ve zaten bölgemiz gerçekliğinde karşılığı olduğu için dile getirilmektedir. Yanlış olan, emperyalizmin bunları istiyormuş gibi yaparak bölgeye kendisini ve ajan seçkinlerini yerleştirmeye çalışmasıdır.
Bu manada, BOP adına gündeme getirilenlerin bu bölgenin tüm akil adamlarının yıllar önceden beri kendi hedefleri olduğu unutulmamalı, gerçekten bu hedeflere yürümenin yolları aranmalıdır. Hiç kimsenin şüphesi olmasın, gerçekten oluşacak büyük ve birleşik bir Ortadoğu, Amerikan emperyalizminin bölgeden kovulmasını sağlayacaktır. Çünkü, bu coğrafya Müslümanlık ve tevhidci Doğu Hıristiyanlığının mayasıyla yoğrulmuştur. Bu maya, emperyalizme hizmet etmez. Bugün küreselci emperyalizmle işbirliği yapan bazı Müslüman ve Hıristiyan unsurlar olabilir. Ama bunlar dahi yarın bu bölgenin kendi dinamikleri ile harekete geçişinin parçalarına dönüşecektir. Başta belirttiğimiz korku dinamiği, bugün BOP gibi projeler karşısında da akıl tutulmasını ve felç olmayı sağlamaktadır. Oysa kendine güven ve inanç her şeyin başıdır. Emperyal bölge gücünün oluşturulması ve Türkiye’nin öncü rolü, kaçınılmaz bir süreç olduğu gibi, son tahlilde son derece milli bir projedir.
Türkiye’nin emperyalist devletler arasında tercih yapma diye bir zorunluluğu yoktur. Ama emperyal bölge gücü oluşturma projesine hizmet edecek her tür işbirliğine açık olmalıdır. Bu manada Türkiye’yi oyalayarak zaman kaybettiren AB üyelik süreci yerine AB ile sadece özel ve sınırlanmış ilişkiler -örneğin Akdeniz birliği gibi-geliştirilmelidir.
Öte yandan ABD ile ilişkilerin, bağımlılıktan eşit ilişkiler düzeyine çekilmesi, ABD’nin bölgeyi terk etmesi için çaba gösterilmesi, Türkiye’nin NATO’dan çıkma ya da NATO’nun BM denetiminde sınırlandırılmış bir dünya polis gücüne dönüştürülmesi gibi opsiyonlar içerecek tarzda sürdürülmesi mümkündür. Aynı şekilde BM’de İslam dünyası adına veto hakkı talep etmek, İİÇ (İKÖ) başkanlığını bu amaçla İslam dünyasını harekete geçirmek için değerlendirmek, Türkiye’yi ABD ve AB karşısında güçlendirecektir. Rusya ile ilişkilerde aynı bağlamda değerlendirilebilir. Yeter ki Türkiye kendine ait bir proje ve politika sahibi olsun.
Emperyal vizyon, korkuyu yenerek gelişir. Türkiye korkularına dayalı yenilmişlik paranoyası ve geri kalmışlık duygusunu terk edecek hamleler yapabilir.
Bu bağlamda, ne zaman Türkiye’nin büyümesi, Osmanlı, neo Osmanlı, komşularla bütünleşme vb. grand projeler daha fikir düzeyinde bile gündeme gelince, ulusçuluk, ulus devlet, vb. adına ‘Türkiyeyi bölecekler, önce şiririp sonra parçalayacaklar, abd-ingiliz osmanlıcılığı vb.’ tezviratla refleks veren unsurların, bu ülkeye bağımsız, büyük, tarihsel vizyonu çok görüp daima korku pompalayanların self kolonizasyon düzenini içselleştirip Sykes-Picot sınırlarını değişmez yasa gibi kabullenen ve Türkle Kürdün Arabın sair kardeş-dindaş halkların arasına döşenmiş mayınların nöbetini tutanlar olduğu unutulmamalıdır. Bu unsurlar, israil ağzıyla Arap düşmanlığını da islamofobik genlerinin gereği olarak mülteciler üzerinden kusmuş, anadoludaki moğol artıklarını, rum-yahudi dönmeleri sözde Türklük adıyla kışkırtıp faşist bir nüfus peydahlamaya çalışmaktadır. Maalesef bu unsurlar devlet içinde de bu korkularla tarihsel Türklüğün misyonunu kastrasyona uğratmaya devam etmektedirler. Aslen Türk olmayan ama Türküm diyenlerin, asıl Türkleri yönetme yöntemi olan bu kamalist diskurun yıllarca devleti iç sömürge gücü gibi dindara, solcuya ve kürde karşı kendi sopaları haline getiren derin operasyonları bozuldukça daha da saldırgan ve pervasız olmalarının nedeni, Türkiye’nin büyümesini, iç barışla güçlenmesini, bölgesel etkisini ve küresel bir alternatif olmasını istemeyen kim varsa-abd-israil-ingiltere-fransa-rusya vb-bir çok güçten her tür desteği kolayca alabilmeleridir. Zaten bu ülkenin en zayıf anında da milletin devletini gaspedip, devleti yine sözde türk kavramıyla gizlenmiş bir self kolonizasyon rejimine çevirenler, milletin dili, dini, kültürü, birliği, kardeşliği, malı, mülkü ne varsa yağmalayıp üzerine kurdukları yeni saltanatlarını ebedi-değişmez-değiştirilmesi teklif bile edilemez bir düzenmiş gibi sunmuşlardı. korkutarak yönetme sanatı, bunların efendilerinden öğrendikleri bir cürümdür. Biz olmazsak ülke bölünür, geriye gider, ülke iran olur, suud olur, afgan olur vb söylemin gerisinde aynı sahte kurtarıcı pozunun kibri yatmaktadır. Türkiye, varlık ve bekasına dair sorunları da geleceğe dönük ufuk ve projelerini de bu sahtekar batı ajanlarının, sahte türklük pazarlamacılarının, gavur kanlı soysuzların tezviratlarına asla prim vermeden, milletin organik aklı ve vicdanıyla tartışıp karar verecektir.
Bu çerçevede, İç siyasette bu emperyal vizyonun paralelinde kendine dönme süreci başlatılmalıdır.
Bu sürecin ilk adımı ise, devletin millet tarafından temellükü olacaktır. Vesayetçi demokrasiye karşı lümpen demokrasi geliştirme sürecine son verilerek, gerçek demokrasinin imkanları ortaya çıkartılmalı, yani milletin kayıtsız ve şartsız egemenliği tesis edilmelidir. Bunun ölçüsü ise basittir: Tüm kritik sorunlarda ilk sözü de son sözü de millet söyleyecek, herkes ama herkes milletin kararına selam duracaktır. Milletin sözünün üstüne hiçbir kurum ve odak söz söyleyemez. Başörtüsü, laiklik, Kürt meselesi, azınlık tartışmaları ve kalıcı dış politika tercihleri gibi bütün tartışma ve çatışma konuları, bir şekilde ve biteviye milletin onayına, kararına, eğilimine, denetimine sunularak çözülmelidir. Demokrasi oyununun üzerinde ittifak edilecek temel kuralı budur.
Sistemin ürettiği Batı destekli oligarşi, tüm ekonomik, bürokratik gücü müsadere edilerek tasfiye edilmelidir. Devlet, emperyal bütünleşmenin tecelligahı olarak yeniden formatlanmalı, tamamen milletin temsili gücü halinde demokratikleştirilmelidir. Devletin tek sahibi, ayrımsız bir şekilde milletin tümüdür.
Emperyal bütünleşme süreci için Türkiye’nin demokratik devrimini tamamlaması, bu manada iç bütünleşmesini yani bu hedef doğrultusunda birleşmesini -milletleşmesini- tamamlaması gerekmektedir. Bu emperyal yeniden inşa süreci, Suriye ve Irak’la bütünleşme adımı olarak Federasyon benzeri bir formülün gündeme getirilmesi ile dışa dönük olarak ilk deneyimini gündemine alabilir. Yine İran’la taktik ittifak, ve Bulgaristan, Azerbaycan, Ermenistan, Arnavutluk, Makedonya, Bosna-Hersek, Sırbistan, Mısır, Ürdün ve Gürcistan’la federatif bütünleşme, Doğu Türkistan ve Hazar Türkistanı ile yine Afrika, mağrip ve Akdeniz ülkeleriyle farklı ittifak ve entegrasyonlar, Asya ve Latin Amerika ile non teritoryal işbirlikleri gibi aynı anda farklı formüllerle dengelenmiş değişken ittifak ve birlik modelleri üretilebilir. ABD içindeki bazı eyaletlerle ve Avrupadaki bazı ülkelerle de özel bağlar kurulabilir. Ulusal bütünlük ve ulus devlet varlığının hem sigortası hem de derinleştirilerek güçlendirilmesinin yolu, iç ve dış tahkimattır. Birbirine alternatifmiş gibi sunulan Doğu Roma-Selçuklu-Osmanlı geleneğinin içselleştirilmiş refleksleri ve modern ulus devlet deneyimin demokratik birikiminin toplamı üzerine şimdi daha ileri ve gelişmiş bir varlık-beka sistematiği inşa edilmelidir.
Bu, ABD-NATO müttefikliğinin artık fiilen kötürümleşmiş sözde müttefikliğinin sindirilmişliğinden veya AB’ye girme hayalinden daha gerçekçi ve onurlu hedeflerdir. Hiç değilse denenmiş ve başarılmış, bize ait, barışı sağladığı test edilmiş, birlik ve kardeşliğe dayalı hedeflerdir. Gerçekleşmesinin önündeki tek engel, bu hedefleri hayali bulup AB ve ABD ile bağı mlılık ilişkilerini gerçekçi bulan Batıcı çizginin hala millet adına karar mercii ve makamında egemen olmasıdır. Demokratik devrim, aynı zamanda işte bu Batıcı oligarşinin devletine karşı bir devrimdir. Milletin devleti, yani bölge halklarının kardeşliğini temsil eden devlet, yani bu ülkenin özgürlük ve bağımsızlığının teminatı olan gerçek devlet, şu an bir Anadolu köyündeki çiftçinin sabanında, bir dağ başındaki çobanın kavalında, bir taşra ilinin çarşısındaki yaşlı dedenin dükkânında, bir varoşta yaşayan ninenin okuduğu Kuran sayfalarında, bir halk türküsünde, bir atasözünde, bir masalda-fıkrada saklı bir irade olarak tecelli edeceği gününü beklemektedir. (son yıllarda bilinçli olarak bu coğrafyada yozlaşmış-yozlaştırılmış, çürümüş, ahlaksızlaşmış olan herşeyi abartarak kendinden (halktan) nefret ve tiksinme pompalayan, daima en kötü olanı öne çıkartıp iyiyi, doğruyu, güzeli göstermeyen halk-millet-toplum düşmanı tezvirata asla prim vermeden, Anadolu irfanı-milletin ruh kökü, bu toprakların İbrahimi mayasını daima öne çıkartacak bir iradeyi korumak ve kollamak öncelikli bir hassasiyet olmalıdır.) Uygarlığın yani Adem olmanın ana rahmi olan bu coğrafyanın Türkü, Kürdü, Arabı, Çerkezi, Gürcüsü, Arnavutu, Boşnağı, Ermenisi, Rumu, Ezidisi, Süryanisi, Bulgarı, Makedonu, Romanı, Kırımlısı, Özbeki, Uyguru, Azerisi, Türkmeni, Kırgızı, Kazak’ı, Tacik’i, zencisi, beyazı, Alevisi, Sünnisi, solcusu sağcısı hatta islamofobik olmayan gavuru bile her şeyiyle, biz’dir ve ‘bu cennet bu cehennem bizim’dir. Emperyal vizyon, insana ‘Adem’in çocukları, İbrahim’in milleti, muhammedin ümmeti’ idrakiyle bakar ve iblis ve şeytanlara karşı herkesin kendi şeytanını taşlaması yerine hep birlikte asıl ortak şeytanı taşlamasını sağlamayı gerektirir. Aryan faşizmi ve şimdi yatırım yaptığı yarı maymun Çin-Hind yaratıklarının dünyayı istila etmesine karşı, batıdaki hala insan kalmış her milletten unsurla da bu vizyonla bağ kurmak, kimiyle ademin çocuğu, kimiyle ehli kitap, kimiyle muvahhid değerler üzerinden ortak insanlık şuuru oluşturmaya çalışmak, en önemli fikri çaba olmalıdır.
Mezopotamya-Akdeniz Havzası, dünyanın tüm mazlum halklarının kıtasal bütünleşme sürecinin örnek modeli olarak, tek bir ülke ve devlet halinde kendini er ya da geç örgütleyecektir. Bu hedef, ırkçı, dar kafalı, kabileci, mezhepçi, Batıcı kafaların işi değildir. Onlar sıralarını savmış, bu topraklara 200 yıldır kan, gözyaşı, iç savaş, ihanet, işbirliği, kölelik, bağımlılık ve aşağılık kompleksi dışında hiçbir şey sunmamıştır. Şimdi sıra, bu coğrafyanın asli ruhunu taşıyan organik iradesine gelmiştir. Bu irade, bir bilgelik metnindeki ifadeyle “suyun içinde sönmüş ateşin ruhu” dur. Küllerinden doğacak Anka kuşunun közü, hedefe er geç ulaşacak Simurg’un gözüdür. Bu hedef, İbrahim milletinin, hanif imanın, sahih geleneğin yani Adem’in yeniden doğuşudur.
Alınyazımızın saati*, durdurulmuş olduğu andan ileriye doğru işte bu ruhla çalışabilecektir.
*“Ne kadar uzaktık Dicle’den
Çok yakınında doğmuşken
Dicle ki aşağılarda köpüklerinden
Bir şehir doğurmuş Bağdat’tır bu senin ülken
Bağdat’tır bu kardeşim senin ülken
Ayın Dicle’ye düşüp toprağa yükselmesi yeniden
Ayna koparmak boyuna ayna koparmak güneşten
Açık ve seçik bir fetih kılıçla yarılan güneşten
Senin şehrin benim şehrim ve hepimizin şehri
Bir nehrin şehri ki bizi yıkamıştır ruh ve beden
İçimizde akmıştır gece ve gündüz demeden
Gövdesinde izler benekler taşır Kara Amid kalesinden
Yaralar kaplan derisini cam gibi süsleyen
Gönül yaraları fizikötesinden
Ve bir şehir ki haber verir
Gök yaratılmadan önceki gökten
Görmedim Bağdat’ı ne kadar görmek istemişken
Bizi mahrum bırakmışlar birbirimizden
Kendimiz mahrum bırakmışızdır
kendimizi kendimizden
Bağdat ki Kerbelâ şehitlerinin kanıdır harcı
İslâm Uygarlığının Başkenti
Harun Reşit barışı
İmam-i zam adaleti
Cüneyd’in gözleri
Geylâni’nin gönlü
Ve Halid’in zikri
Binbir gece ülkesi
Binbir gündüz gerçeği
Fuzuli’nin günü
Leyli vü Mecnun nefesi
Ve Hallac-ı Mansur’un kanıyla besli
Bir halk gidiyor burdan bilinmeyen bir yere
Hâtıralarını savurarak sıcak bir rüzgârın küllerine
Ve haberci diyor ki: n’oldu Bağdat
Nerde onu koruyan sur ve perde
İnsan ki yaşar eserde
İnsan nerde ve eser nerde
Devrilen her taş benim taşım
Yıkılan her ev benim
Benden yıkılıyor hepsi
ben yıkılıyorum Yıkılan benim
Ve haberci diyor ki: yıkılan benim
Taşta suda hurmada
Kuş boğazında
Otomobil tekerinde petrol zerresinde
Her zerrede ölen benim
Ölen Bağdat benim
Ve diyor ki haberci:
Yanan ay sönen gün benim
Çöken akşam gelen geceyim ben
Neden anlamadın bütün bunları sen
Ey Bağdat’ın altın anahtarını küle çeviren”
Sezai Karakoç (Alınyazısı Saati’nden)
Kaynak. Teolojinin Jeopolitiği: Allah-vatan-Özgürlük, Yarın yayınları, 2007