Bir Devleti Tanımak ve Onun Varlığını Engellemek Mi?

Ve birdenbire, sözde Kolektif Batı’yı oluşturan ülkelerin ezici çoğunluğu Filistin Devleti’ni tanımaya karar verdi. Bunlar arasında, Siyonist rejimin en sadık müttefikleri ve onun vahşetlerinin suç ortakları olan Fransa, Birleşik Krallık, Avustralya, Kanada ve hatta, belirgin bir ağırlığa sahip olmasa da, Portekiz Cumhuriyeti hükümeti de vardı. Montenegro klikinin tutarlılık konusunda güçlü olmadığı malum: Tanıma kararı, Dışişleri Bakanı Paulo Rangel’in, Gazze Şeridi’nde insanî ve fiziksel yıkımın en şiddetli safhalarından birinde, İsrail rejiminin suçlarını kutsamak üzere yaptığı ziyaretten sadece birkaç hafta sonra açıklandı.

Herhangi bir okuyucu, “medeniyetimizin” koruyucusu konumundaki bu kadar çok sayıda önemli ülkeyi, yıllar önce benimseyebilecekleri —hatta benimsemeleri gereken— bir tutumu şimdi almaya iten şeyin ne olduğunu doğal olarak merak edecektir. Acaba, Gazze Şeridi’ni kasıp kavuran ve artık güzel sözlerin ve en iyi niyetlerin ikiyüzlülüğüyle gizlenemeyecek kadar açık ve dramatik biçimde ortaya çıkan, onlarca yıllık Filistin halkı soykırımının teşhir edilmesi mi? Belki biraz, ancak bu tepkiye fazla anlam yüklememeliyiz; çünkü utanma duygusu, Batı hükümetlerinde bolca bulunan bir özellik değildir.

Bununla birlikte, çok daha önemli siyasi ve stratejik bir anlam taşıyan diğer bir neden de, bu açıklamaları yapan herkesin, kararlarının —çok sayıda yarı-gerçekle bezeli olmasının yanı sıra— Filistinlilerin haklarının gerçek anlamda tanınması ve İsrail Devleti’nin öldürücü eylemleri üzerinde hiçbir pratik etkisinin olmayacağına kesinlikle emin olmalarıdır. Tanıma beyanlarının yapıldığı günlerde, Siyonist Başbakan Benjamin Netanyahu, Filistin devletinin asla kurulmayacağını tam bir inançla güvence altına aldı. Bu, Batı ülkelerinin tutumlarına bir meydan okumaydı ve onlar da bunu en derin bir sessizlikle karşıladılar.

Peki şimdi?

Asıl mesele —ve aynı zamanda Batı hükümetlerinin Filistin halkının haklarını iade etme konusundaki niyetlerinin samimiyeti hakkında en çok şüphe uyandıran durum— basit bir soruya dayanıyor: Peki şimdi ne olacak?

Evet, Filistin Devleti’ni tanıma yönündeki bu beyanlar, şu anda İsrail hükümetinin ve ABD yönetiminin —bu sefer Trump’ın yönetiminde ama aynı etkilerle Biden’ın emri altında da olabilecek şekilde— faşist dürtüleriyle kontrol edilen mevcut durumda neyi değiştirebilir?

İlk bakışta, hiçbir şeyi. Doğu Kudüs’te ve Batı Şeria’nın kuzeyinden güneyine kadar sömürgeci ve yayılmacı keyfilik hız kesmeden sürerken, Hamas’ın gerilla cepheleri dışında Gazze’nin insanî ve fiziksel olarak yerle bir edilmesi de kesintisiz devam ediyor.

Batılı hükümetler, üzerinde herhangi bir etkin güce sahip olmayan, her geçen gün dünyanın dört bir yanından ithal edilen yerleşimci ordularının soykırımcı ilerleyişi karşısında yok olan soyut bir devleti tanımış oldular. Peki Batı hükümetleri, İsrail’i kolonileştirmeyi durdurmaya zorlamak için somut olarak ne yapıyor? İsrail’e silah göndermeyi durduruyorlar mı? Kendi başına ayakta kalamayan ve suçlu bir klik tarafından yönetilen bir devleti boğabilecek yaptırımlar uygulamayı düşünüyorlar mı?

Şu ana dek, bu adımları atmaya istekli olan herhangi bir Batılı güç olduğuna dair hiçbir belirti yok. Oysa bu adımlar, Filistin genelinde güç dengesinde niteliksel bir değişimin yaşanması ve bölgede uluslararası hukukun tesis edilip uygulanmasının yollarını belirleyecek müzakerelere kapı aralanması için hayati öneme sahip. Bu da, en azından bu durumda, Batılı liderlerin Washington’da tanımlanan “kurallara dayalı uluslararası düzene” bürokratik bağlılıklarını bir kenara bırakmaları gerektiği anlamına gelir. Gerçek şu ki, hiçbir hükümet bu riski almaya hazır görünmüyor ve bu da, pratikte ve mevcut koşullar altında, Filistin Devleti’ni tanımak ya da tanımamak arasında hiçbir fark kalmadığını, yani her şeyin aynı şekilde devam edeceğini gösteriyor.

Tanıyalım, Evet, Ama…

Batılı hükümetler, Filistin Devleti’ni koşulsuz biçimde tanımamaya özen göstermiştir (ki bu da geri adım atma kapısını açık bırakır) ve böylece uluslararası hukukun belirlediği ilkelerin sıkı şekilde uygulanmasını askıya alma tutumlarını sürdürmüşlerdir. Beş yüzyıllık sömürgeci şiddet geçmişinden türeyen yetki ve güçle donatılmış olan Batı hükümetleri, İsrail Devleti gibi bir varlığı “icat edebilmelerini” mümkün kılan bu konumlarından hareketle, tanıma kararına bir dizi koşul eklemişlerdir. Kelimenin tam anlamıyla ele alındığında, bu koşullar tanıma olmadan tanıma anlamına gelir; zira Filistin halkının, doğrudan kendilerini ilgilendiren ve yalnızca onların karar verme hakkına sahip olduğu konularda irade kullanma yetisini fiilen sınırlarlar.

Tanımanın olumlu yanlarını büyük ölçüde bozan bir manevrayla Batılı hükümetler, Ramallah’a hapsolmuş ve can çekişen Mahmud Abbas yönetimindeki Filistin Yönetimi’ne kullanamayacağı yetkiler vererek ona yeniden hayat kazandırmaya çalışmaktadır. Aynı zamanda, bu yüzyıl boyunca sürüp gelen mevcut durumda artık gereksiz olan bir taleple, bu yapının İsrail’e mutlak teslimiyet göstermesini şart koşmaktadırlar. Buna ek olarak, Filistin’deki terörizmin tüm sorumluluğunu Hamas’a yüklemekte, buna karşılık “güvenlik” ve “var olma hakkı” kisvesi altında yürütülen İsrail terörünü ise görmezden gelmektedirler. Her zamanki gibi, bu çifte standart, tanıma beyanlarını daha başından itibaren geçersiz kılmaktadır.

Ancak tanıma beyanlarının ne denli ikiyüzlü ve şu an için ne kadar işlevsiz olduğunu asıl ortaya koyan koşul, yalnızca Hamas’ın değil, Filistin Direnişi’nin tüm yapılarını kapsayan bir silahsızlandırma talebidir. Bu tür talepler, tüm Filistin halkını daha da savunmasız bırakmakta ve onları Siyonist rejimin suç işlemekte serbest iradesine bütünüyle teslim etmektedir. Böylece Siyonist rejim, uluslararası kuruluşlar nezdinde hiçbir sorumluluk taşımadan, önünde hiçbir engel kalmaksızın soykırımcı hedefini sürdürebilmektedir. Batılı hükümetlerin Filistin Devleti’ni tanıma karşılığında uyguladığı önlemlerin pratik sonuçlarına bakıldığında, Siyonist devlet tüm hedeflerinin eksiksiz gerçekleştiği ve her bakımdan lehine işleyen bir senaryo elde etmiş olacaktır.

İşbirliğinin Gölgesi

Tanıma sürecindeki en son gelişmeler, bu kararın arkasında yatan ve Filistin halkı açısından elverişli olmayan bazı çıkarlar konusundaki belirsizlikleri ortadan kaldırmaya yardımcı oluyor.

En başından beri, Batılı hükümetlerin Filistin’in bağımsızlığını tanımasının —tekrarlamak gerekir ki— koşulsuz olmadığı açıktı. Konuya dair yapılan konuşmaların çoğu, pratikte işlevsiz olan ve daha da önemlisi, tamamen İsrail’in taleplerine bağımlı hâle gelen Filistin Yönetimi’ni açıkça olduğundan fazla önemsedi. Batı Şeria’nın büyük bir bölümünün Ramallah hükümeti ile Siyonist işgal güçleri arasında “ortak” yönetilmesi, fiilen, ilkinin ikincisinin çıkarlarına hizmet eden bir konuma yerleştirildiği anlamına geliyor. Bu durum, Filistin polis güçlerinin bizzat Filistin halkına yönelik baskıcı eylemleriyle sık sık teyit edilmektedir.

Bu tablo Batılı hükümetlerin işine gelmektedir; zira bu, “özerk” otoritelerin, Batılı devletler tarafından hiçbir zaman tanınmamış olan Filistin halkının meşru çıkarlarına aykırı şekilde iş birliği yapmaya gönüllü oldukları anlamına gelir.

Eş zamanlı olarak, Batı, Filistinlilerin tek temsil yetkisini, çürümüş durumdaki Filistin Yönetimi’ne ve onun lideri Mahmud Abbas’a atfetmektedir; oysa Abbas, tamamen İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından etkisizleştirilmiş olmasına rağmen iktidarda kalmaya devam etmektedir. Hatırlanmalıdır ki, onun başkanlık makamına gelişi, 1994 yılında ABD, İsrail ve Batılı güçler tarafından organize edilen bir yumuşak darbe ile sağlanmıştır. Bu darbenin sonucunda, Direniş’in tarihsel lideri Yaser Arafat, (seçilmiş olduğu) ana iktidar pozisyonlarından uzaklaştırılmış ve birkaç ay sonra suikasta kurban gitmiştir.

Ayrıca, kısa süre önce İsrail yanlısı Expresso haftalık gazetesi tarafından “pragmatik” olarak tanımlanan Mahmud Abbas’ın, 1994 yılında sözde “Özerklik” başkanlığı görevine gelir gelmez, Arafat’ın daha önce girişi yasaklanan Beyaz Saray’da kabul edildiği de unutulmamalıdır.

Tüm bu koşullar, Batı’nın bağımsızlık tanımasına eşlik eden kısıtlamaları daha iyi anlamaya yardımcı olur. Ve bizi şu temel sonuca götürür: BM denetimindeki uluslararası kurumların gözetimi altında, özgür, açık ve demokratik genel seçimler yapılmaksızın, Filistin halkının iradesini yansıtan hiçbir temsilî yapı var olamaz. Bu süreç, tanımı gereği önyargılı ve çıkarcı olan İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri’nin müdahalesinden tamamen bağımsız olmalıdır.

Batılı hükümetlerin ortak bir diğer talebi de, Direniş’in (kasıtlı ve kötü niyetli bir biçimde Hamas ile özdeşleştirilen) terörü —yani silahlı mücadeleyi— “reddetmesi”; buna karşılık İsrail terörünün görmezden gelinmesidir. Bu “reddetme”, Direniş’in silahsızlandırılmasıyla birlikte gerçekleşmelidir ki, bu da Filistin halkının İsrail’in keyfî ve soykırımcı gücüne tamamen teslim olması anlamına gelir. Bu açıdan bakıldığında, Filistin’in tanınması zehirli bir hediye hâline gelir.

Mahmud Abbas’ın Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yaptığı son konuşma —ki bu kez Trump yönetiminin Filistin başkanına New York’a seyahat vizesi vermeyi hukuksuz şekilde reddetmesi nedeniyle çevrim içi olarak gerçekleştirilmiştir— İsrail ve Batı’nın sömürgeci çıkarlarıyla tehlikeli bir iş birliğinin varlığını doğrulamıştır.

Filistin başkanı sıfatıyla Mahmud Abbas, “Hamas asla hükümet olmayacak” diye söz vermiştir. Ancak, işgal altındaki topraklarda yapılan son genel seçimlerde partisi yenilgiye uğrayan en önde gelen Filistinli lider, en çok oy alan siyasi gücün (15 yıldan fazla bir süre önce yapılan son ankete göre) devleti yönetemeyeceğini nasıl taahhüt edebilir? Seçim sonuçlarını manipüle ederek mi? Tek parti rejimi ya da kişisel diktatörlük uygulayarak mı? Hamas veya başka herhangi bir kitlesel desteğe sahip partinin, çoğunluk hükümetinin meşru ve gerekli bir parçası olmasını engelleyerek mi?

Unutulmamalıdır ki, Abbas ve onun Batılı ve Arap müttefikleri, Hamas’ın serbest seçimlerde mutlak çoğunluğu kazandıktan sonra hükümet kurmasını engellemişlerdir; ayrıca, çok sayıda müzakere ve sözde taslak anlaşmalara rağmen, Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü aynı “özerk hükümet” çatısı altında birleştirecek “ulusal birlik hükümetleri”nin kurulmasını her zaman sabote etmişlerdir. Netanyahu’nun, Likud partisinin parlamento grubuna hitaben yaptığı şu itirafı hatırlayalım: “Stratejik hedeflerimizden biri, Gazze ile Batı Şeria arasındaki ayrımı korumaktır.”

Tanıma beyanlarının içeriğinde ima edilen bu yolların hiçbiri, Batı dünyasının ilan ettiği “demokratik değerler”le örtüşmemektedir. Görünen o ki, Batı, son kararıyla Abbas merkezli otoriter ve antidemokratik bir “çözüm” dayatmaya gönüllüdür.

Filistin başkanı konuşmasında, Filistin’in “silahlı bir devlet” olmasını istemediğini belirtti. Uluslararası hukukta tanımlanan tam teşekküllü bir devletin varlığıyla bağdaşmayan bu fikir ne anlama geliyor? Filistin’in savunması ve güvenliği İsrail’e mi devredilecek? Filistin halkının, ister silahlı direniş yoluyla ister devlet aygıtı aracılığıyla olsun, artık kendilerini savunacak hiç kimse mi kalmayacak?

Zamanında, 1995 yılında Siyonizm tarafından suikasta uğramadan kısa bir süre önce, İsrail Başbakanı İshak Rabin, “barış süreci”nin sonunda Filistin’e tanıyacağı en yüksek statünün “devletten daha az” olacağını itiraf etmişti. Mahmud Abbas ve onu yönlendiren Batılı liderler, bu fikri yeniden mi canlandırıyor? Filistin’in gelecekteki devleti, “devletten daha az” bir varlık mı olacak? Eğer öyleyse, bu zaten bir “nihai çözüm” olarak kabul edilen soykırımın devamı ve Büyük İsrail’in —ilk adım olarak tüm Filistin topraklarında— inşası için daha elverişli bir yol olamaz.

Ancak asıl soru hâlâ geçerliliğini koruyor: Filistin’in bağımsızlığının tanınmasının ardından ne olacak, özellikle de İsrail’in bu devletin kurulacağı toprakların neredeyse tamamını işgal ettiği düşünüldüğünde? Batılı ülkeler, kararlarına somutluk kazandırmak için ne yapacak? Unutulmamalıdır ki uluslararası hukuk, “bağımsız ve yaşayabilir” bir Filistin devleti kurulmasını şart koşar. Düz bir ifadeyle: diğerleri gibi bir devlet. Ancak, yetersiz Filistin Yönetimi’nin iş birliğiyle planlanan şey bu değildir. İsrail’in baş döndürücü yerleşim inşa politikası, yaşayabilir bir devletin kurulması için gerekli olan toprakları adım adım ortadan kaldırmaktadır. Daha açık görüşlü bir değerlendirmeyle, Portekiz devlet başkanı bir gün devlet kuracak hiçbir toprak kalmayacağını kabul etmiştir. Bu, yıllar önce dile getirmeye başladığım bir gerçekliktir; çünkü bu durum apaçık ortadadır ve İsrail bunu gizleme gereği bile duymamaktadır. Batı dünyası bu koşulları kabul etmekte, ancak tanıdığını iddia ettiği devleti yaşayabilir kılmak ve kolonizasyonu durdurmak adına somut hiçbir şey yapmamaktadır.

Batı’nın temel hedefi bir kez daha, propaganda üretmek ve oyalama taktikleriyle, Batılı halkların Filistin halkıyla giderek güçlenen, aktif ve samimi dayanışmasını etkisizleştirmeye çalışmak olmuştur. Bu dayanışmanın zayıflamasına izin verilemez; aksine güçlendirilmelidir, çünkü eğer hükümetlerimizin vaatlerine ve kararlarına bel bağlarsak, Filistin halkı en büyük kurban olmaya devam edecektir. Ve bunun olmasına izin veremeyiz.

Kaynak: https://strategic-culture.su/news/2025/10/02/recognise-state-and-prevent-it-from-existing/