Batı’ya İç Savaş mı Geliyor?
Batı, iç savaşın eşiğinde mi?
On yıl önce saçma olarak değerlendirilebilecek bir soru, artık giderek daha yaygın bir şekilde dile getiriliyor. Son haftalarda İspanya’dan İrlanda’ya, Polonya’ya kadar göç karşıtı gösteriler düzenlendi. Önümüzdeki aylarda bu gösterilerin daha da yaygınlaşmayacağına dair hiçbir işaret yok.
Bu konuda alarm zillerini çalan kişi, popülist bir kışkırtıcı ya da medya demagogu değil; King’s College London’da Savaş Çalışmaları profesörü.
Stratejist kökenli Profesör David Betz, ideolojik muhasebesini yapmış durumda: Batı toplumlarında iç savaş ya da iç savaşı andıran koşulların ortaya çıkma olasılığı şu anda yüzde 50’nin üzerinde ve kendisi bunu “ihtiyatlı bir tahmin” olarak nitelendiriyor.
Birkaç hafta önce Profesör Betz’i Brussels Signal Podcast’ine konuk ettim ve bu sohbetin tamamı izlenmeye değer.
İlk bakışta bu iddialar alarmist görünebilir. Ancak Betz’in analizi spekülasyon değil, bir öngörü niteliğindedir. Savaşın anatomisine dair onlarca yıllık akademik çalışmaya dayanan bu analiz, yalnızca olası olaylar zincirine odaklanıyor.
Betz’in Barbara Walter gibi düşünürlerle birlikte kavradığı şey şudur: Bir zamanlar yalnızca “uzak diyarlarda” iç savaş öngörüsü için kullanılan faktörler, artık Avrupa ve Kuzey Amerika genelinde de görülüyor.
Betz’in deyimiyle, çağdaş Batı toplumları “patlayıcı bir yapı” içinde bulunuyor ve bu istikrarsızlığın kökleri, araştırmalarda “parçalanma” (fractionalisation) olarak adlandırılan olguda yatıyor.
Bu fenomen; toplumların, giderek daha fazla etnik, kültürel ya da ideolojik çizgiler boyunca ayrışarak kendi kimliklerini tanımlayan bloklara bölünmesi durumunu ifade ediyor.
İlginçtir ki, Batı’da bu durum bir anda ortaya çıkmamıştır. Aksine, halkın endişelerini artık paylaşmayan ve onları anlayamayan, halktan kopmuş post-ulusal elitlerin on yıllar süren siyasi mühendisliğinin bir sonucudur.
Bazı ülkelerde Avrupalı vatandaşların yalnızca yüzde 34’ü Avrupa Birliği entegrasyonundan faydalandığını söylerken, elitlerin yüzde 71’i bunun tam tersini iddia ediyorsa, elitlerle nüfusun geri kalanı arasında giderek derinleşen bir uçurum olduğu açıktır.
Bu krizin merkezinde “çokkültürlülük projesinin başarısızlığı” yatmaktadır.
Robert Putnam’ın 2006 yılında yayımladığı “e pluribus unum” başlıklı kapsamlı çeşitlilik araştırmasının da ortaya koyduğu gibi, kültürel açıdan çeşitli mahallelerde yaşayan insanlar birbirlerine daha fazla yakınlaşmıyor. Aksine, içine kapanıyorlar; bireyler, kendi grupları içinde bile daha az güven ve daha az toplumsal katılım gösteriyorlar.
Avrupa ise sadece bir sonraki örnek: Fransa, Almanya ve Birleşik Krallık gibi ülkeler artık büyük ikinci nesil göçmen nüfuslara ev sahipliği yapıyor, ancak entegrasyon çoğu zaman başarısız oldu.
Asimilasyon yerine, paralel toplumların yükselişi ve toplumsal uyumun yavaş yavaş aşınmasıyla karşı karşıyayız. Sorun göçün kendisi değil, göçün nasıl ele alındığıdır: Çok hızlı, çok fazla ve entegrasyon için yeterli mekanizmalar olmadan gerçekleşmesi.
Avrupalılar, toplumlarının doğal bir evriminden değil; giderek daha fazla insanın rahatsızlık duyduğu zoraki bir dönüşümden geçiyor.
Bir diğer unsur da vaatlerle gerçekler arasındaki uçurumun giderek büyümesidir. Sanayi devriminden bu yana ilk kez Batı’daki çocuklar, ebeveynlerinden daha fakir. Daha az kazanıyorlar, daha az mal varlıkları var ve emeklilik ya da ev sahibi olma açısından daha karanlık bir gelecekle karşı karşıyalar.
Aynı zamanda, siyasal beklentilerle gerçekler arasında da bir uçurum açılmış durumda: “Seçimler hiçbir şeyi değiştirmez” inancı, artık Batı’da en yaygın kanaatlerden biri haline gelmiş durumda. İnsanlar belirli bir yaşam standardı bekliyor ancak mevcut sistem bunu giderek daha az karşılayabiliyor.
Bu beklenti uçurumu, yalnızca sandıkta değil, potansiyel olarak daha “kinetik” yollarla — yani şiddetle — dışa vurulacak bir hayal kırıklığının zeminini oluşturuyor.
Betz’in hesaplamaları tahmine dayanmıyor. Barbara Walter gibi akademisyenlerin öncülük ettiği istatistiksel modelleri kullanıyor. İç çatışma belirtilerinin görüldüğü yerlerde, gerçek şiddet olaylarının yaşanma olasılığı yıllık yüzde 4’tür.
Bu, beş yıl içinde iç çatışma riskinin %18,5 olduğu anlamına geliyor. Şimdi, tahminlere göre en az 10 Batı ülkesinin bu risk kategorisinde yer aldığını hatırlayalım. İç savaşların yayılma eğilimi göz önüne alındığında, bir ülkenin çökmesi durumunda diğerlerinin de aynı yolu izleme riski çarpıcı biçimde %60’a kadar çıkıyor.
Huzursuzluğu bastırmak için geçmişte kullanılan yöntemler — sosyal harcamalar, yatıştırıcı söylemler — artık işe yaramıyor, çünkü para bitti. Ukrayna’dan Orta Doğu’ya kadar olan dış krizler ise bu süreci yalnızca hızlandırıyor.
Eski Avrupa’nın zamanı da, araçları da tükeniyor.
Kemer sıkmanın habercileri her yerde. Betz buna “yeniden kabileleşme” (retribalisation) diyor: Etnik veya ideolojik feodal beyliklere dönüşen uluslar ya da (en kötü senaryoda) İkinci Dünya Savaşı sonrası Orta Avrupa’dakilere rakip nüfus hareketleri.
Bunların hiçbiri kaçınılmaz değil; ancak toplumlar kendi temel sorunlarıyla yüzleşmedikçe hepsi mümkün. Çokkültürlü bir ütopya yanılgısına tutunmak, yalnızca daha fazla parçalanmayı garanti eder.
Her zamanki gibi, ironi acımasızdır: “Popülizmin tehlikeleri” hakkında en yüksek sesle bağıranlar, gerçek sorunları inkâr edip ele almayı reddederek, aslında korktukları felaketin zeminini bizzat hazırlıyorlar.
Kaynak: https://brusselssignal.eu/2025/07/is-civil-war-coming-to-the-west/