Batılı Bilginin Eleştirisi: Toplumların Kendi Bilgi İmkânlarını Yeniden Düşünmesi Üzerine

Korkut Tuna’nın Batılı Bilginin Eleştirisi Üzerine başlıklı eserinde, Batı kaynaklı bilginin tarihselliğini, sınırlılığını ve toplumsal koşulları ne ölçüde dikkate aldığını sorgulayan kapsamlı bir eleştiri vardır. Eser, Türkiye’deki modernleşme ve Batılılaşma sürecinin neden beklenen toplumsal dönüşümleri üretemediği noktasından hareket ederek, daha genel bir bağlamda Batı dışı toplumların Batı merkezli bilgiyi olduğu gibi benimsemelerinin yarattığı sorunlara odaklanır.

Tuna’nın temel argümanlarından biri, bilginin toplumsal koşullarla iç içe olduğudur. Bilgi, salt bireysel veya soyut bir entelektüel faaliyet değil; belli tarihsel ilişkiler, üretim biçimleri ve egemenlik pratikleri aracılığıyla şekillenir. Bu yaklaşım, 20. yüzyıldan itibaren hız kazanan post-kolonyal teorilerin (örneğin Edward Said, Frantz Fanon ve sonrasında G. Spivak gibi düşünürlerin) ileri sürdüğü Batı dışı toplumların epistemolojik bağımlılığı tezini de çağrıştırır. Günümüzde gitgide artan çokkültürlülük vurgusu ve yerel bilgi biçimlerini öne çıkaran antropoloji alanında Bruno Latour veya Arturo Escobar’ın post-kalkınmacı perspektifleri gibi araştırmalar aynı çerçeveyi genişletmektedir.

Batı’nın bilgi üretiminde kendisini evrensel ve bilimsel olarak sunması, esasen bu tarihsel dayanağın göz ardı edilmesiyle ilgilidir. Bu evrensellik iddiası, 19. yüzyıl sömürgeci ilişkilerinden miras kalan bir küresel hegemonya anlayışıyla örtüşür. Dolayısıyla bilgi, yalnızca üniversitelerin, araştırma merkezlerinin veya bilimsel otoritelerin teorik uğraşı olarak değil; uluslararası politik ve ekonomik güç paylaşımının stratejik bir unsuru olarak da değerlendirilmelidir. Örneğin son on yılda hızla yükselen yapay zekâ ve büyük veri teknolojileri, büyük ölçüde ABD merkezli çok uluslu teknoloji şirketlerinin bilgi üzerindeki küresel tekeline dayanmaktadır. Bu durum, Korkut Tuna’nın eleştirdiği Batılı hegemonya ilişkilerinin günümüzde de artarak devam ettiğinin en güncel örneklerinden biridir.

Tuna, eserinde özellikle Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan süreçte Batılı bilgiyi ithal etme çabalarının, topluma uyumlu çözümler üretmede büyük ölçüde başarısız olduğunu ileri sürer. Gerek Osmanlı döneminde gerekse Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Batılı kurumlar, hukuk sistemi ve yaşam tarzının tepeden inme bir şekilde benimsendiği vurgulanmaktadır. Sosyal bilimlerde bu duruma sıklıkla müstemleke aydını sorunsalı ya da yerli yabancılaşma denmektedir. Bu, aydınların kendi toplumlarını tanımlarken kullandıkları kavramsal çerçevenin büyük ölçüde Batı’dan devralınmış olmasıyla açıklanır.

Eserde, Batılı bilginin yaygınlaştırılması meselesi de önemli bir tartışma başlığı olarak karşımıza çıkar. Tuna, söz konusu yaygınlaştırmanın bilginin demokratikleşmesi veya halkı aydınlatma amacıyla değil, Batı hegemonyasını kurumsallaştırmak ve sürdürmek amacıyla yapıldığını ileri sürer. Bu eleştiri, günümüzde dijital platformların çarpıcı biçimde küresel yaygınlığı üzerinden de okunabilir. İnternet ve sosyal medya araçları, ilk bakışta bilgiye erişimi eşitleyen teknolojiler gibi görünse de küresel sosyal medya tekelleri veya arama motoru algoritmaları gibi dijital platformların algoritmalarını elinde bulunduran şirketlerin çıkarlarına göre içerik öne çıkarması yeni bir kültürel ve zihinsel sömürgecilik dalgasına yol açmaktadır. Nitekim günümüzde artan dijitalleşmeyle birlikte, büyük teknoloji şirketlerinin ürettiği çevrimiçi eğitim içerikleri, uzaktan iş modelleri ve yapay zekâ destekli rehberlik sistemleri, ağırlıkla tek tip bir bilişsel çerçeve sunmaktadır.

Kitap, modern bilimsellik anlayışının evrensellik iddiasını sorgulayarak bunun arkasında yatan toplumsal, siyasal ve ekonomik ilişkileri görünür kılar. Özellikle Rönesans’tan sonra doğaya hâkim olma fikrinin, sosyal bilimlerin de topluma hâkim olma arzusu olarak kendini gösterdiğini belirtir. Güncel bilim felsefesi tartışmalarında bu eleştiriye benzer biçimde, Thomas Kuhn’un bilimsel devrimler teorisi ve Paul Feyerabend’in metodolojik çoğulculuk yaklaşımıyla çakışan yönler vardır. Bilginin tek bir doğru yöntemle üretilmediği, aksine farklı paradigmalar ve yöntemlerin bir arada geçerli olabileceği fikri giderek daha fazla önem kazanmaktadır.

Bu çerçevede, bilimin belirli toplumsal ilişkilere hizmet eden bir araç olduğuna dair vurgu, çağdaş sosyoloji ve eleştirel teori alanında da yaygındır. Örneğin Bruno Latour, Bilim ve Teknoloji Çalışmaları (Politics of Nature: How to Bring the Sciences into Democracy, 2004) kapsamında bilimin laboratuvar pratiklerini incelerken, toplumsal ağların ve iktidar ilişkilerinin, bilimsel gerçeği belirlemede doğrudan etkili olduğunu göstermiştir. Dolayısıyla Tuna’nın vurguladığı üzere, bilginin toplumsal doğasını fark etmeden salt bilimsel verilere dayanarak evrensel reçeteler üretmek imkânsız görünmektedir.

Tuna’nın temel önerisi, Batı bilgisini topyekûn reddetmek değil, kendi toplumsal gerçekliğimiz çerçevesinde sorgulamak ve yeniden yorumlamaktır. Bu öneri, günümüzde yerel, bölgesel veya alternatif bilgi biçimlerini araştırma eğiliminde olan çeşitli akademik ve entelektüel akımlarla örtüşmektedir. Örneğin çevre dostu teknolojilerin geliştirilmesinde Avrupa veya Amerika merkezli modellerin aksine, Güneydoğu Asya’daki sürdürülebilir tarım uygulamaları (permakültür, agroekoloji) pek çok yerde ilham kaynağı olmuştur. Keza Afrika’nın çeşitli bölgelerinde kadınların öncülük ettiği mikrofinans uygulamaları, kalkınmanın yalnızca Batılı bankacılık modellerine indirgenemeyeceğini kanıtlamaktadır.

Türkiye özelinde de kırsal kalkınma, kooperatifleşme veya yerel yönetimlerin güçlendirilmesi gibi uygulamalar, tipik Batılı modellerden farklı, yerel ihtiyaçlara dönük çözümler üretme potansiyeline sahiptir. Son yıllarda toplumsal cinsiyet eşitliği, çevre hareketleri ve tüketici kooperatifleri gibi alanlarda görülen yerelleşme eğilimi, Tuna’nın toplumun kendi gerçekliğine uygun bilgi üretmesi fikrini desteklemektedir. Özellikle 2020 sonrası dönemde, pandemiyle birlikte gıda tedarik zincirlerinin kırılganlığı fark edilmiş ve yerel üretim-yerel tüketim modellerine ilgi artmıştır. Bu pratikler, evrensel olduğu iddia edilen küresel tedarik zincirleriyle aynı verimlilik kriterlerine göre değerlendirildiğinde belki daha düşük ölçekli kalabilir; ancak yerel ekonomilerin sürdürülebilirliği açısından çok daha anlamlı olmaktadır.

Tuna’nın kitabında, Batı’nın kendi dışındaki dünyayı denetlenmesi gereken bir çevre olarak görme eğilimi, ABD ve Avrupa merkezli söylemlerle örneklenir. 21. yüzyılın ilk çeyreğinde, küresel entegrasyon ya da dünya toplumu gibi kavramlar daha da yaygınlaşmıştır. Ancak büyük güçler arasındaki ticaret savaşları, pandemi sonrası sağlık ve aşı politikalarındaki eşitsizlikler veya iklim kriziyle mücadelede gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin farklı pozisyonları, tek bir dünya toplumu söyleminin gerçekte ne kadar çatışmalı olduğunu gözler önüne serer.

Örneğin iklim krizinin yönetimi konusunda, Batı’nın tarihsel olarak yüksek karbon salımı yapmış olmasıyla, gelişmekte olan ülkelerin henüz sanayileşme aşamasında olmaları arasında doğan gerilim, küresel sorumluluk dağılımının adil olmadığını göstermektedir. Türkiye gibi ülkeler, kimi zaman Paris Anlaşması gibi platformlarda farklı talepler öne sürerken, yine de küresel düzenin kuralları çoğunlukla Batı’nın ekonomik ve politik önceliklerine göre şekillenir. Bu da Tuna’nın egemenlik ilişkilerinin sadece askeri veya siyasi alanda değil, bilimsel ve teknik konularda da belirleyici olduğunu gösterir.

Kitabın son bölümlerinde yer alan Batılı bilginin sınırlılığı meselesi, bugünün ekolojik ve toplumsal krizleriyle bir kez daha gündemdedir. Örneğin COVID-19 pandemisi, Batılı tıp ve ilaç endüstrisinin ileri teknolojisine rağmen hızla yayılan virüse karşı ilk dönemlerde yetersiz kaldı. Bunun ardından farklı aşı teknolojileri ve yerel tedavi yöntemleri geliştiren ülkeler arasında ciddi rekabet ve bilgi paylaşımı zafiyeti gözlendi. Neticede bilim ve teknolojinin mutlak kurtarıcı olmadığını; sağlık sistemlerinin kamusallığı, yerel yönetimlerin gücü, sivil toplumun dayanışma pratikleri vb. toplumsal örgütlenme biçimlerinin krizin yönetiminde daha etkili olabildiğini gördük. Bu gelişmeler, Tuna’nın bilginin toplumsal dayanaklarını yeniden düşünme çağrısını güncel bir zemine taşıdı. Aynı şekilde, günümüzün büyük veriye dayalı yapay zekâ teknolojileri de sıklıkla yanlılık içermekle eleştirilmektedir. Algoritmaların eğitildiği veri setlerinin çoğu Batı merkezli olduğunda, üretilen çözümler de evrensel değil Batı merkezli olmuş oluyor.

Korkut Tuna’nın vurguladığı gibi, yapılması gereken, Batı bilgisini tamamen yok saymak veya kendi geleneksel bilgi birikimimize sorgulamaksızın geri dönmek değildir. İhtiyaç duyulan yaklaşım, var olan bilgiyi toplumsal sorunlarımıza göre yeniden düzenlemek, farklı bilgi biçimlerini diyalog halinde kullanmak ve yerel gerçeklik ile küresel birikim arasında yaratıcı sentezler kurmaktır. Bugün bunun en güzel örneğini savunma sanayimizin gelişiminde gözlemlemek mümkündür.

Günümüz akademik dünyasında da yerli bilgi, katılımcı eylem araştırmaları ve çok disiplinli yaklaşımlar giderek önem kazanmaktadır. Örneğin, şehir planlamasında halkın katılımını artıran projeler veya köy okullarında bölgeye özgü öğrenme yöntemlerinin geliştirilmesi, yerel bilgiyle evrensel yöntemlerin harmanlanmasına örnektir. Bu çabalar, Tuna’nın altını çizdiği kendi toplumumuza özgü çözümler geliştirme gerekliliğinin pratik karşılıkları olarak görülebilir.

Hülasa, Batılı Bilginin Eleştirisi Üzerine, Türkiye’nin modernleşme serüvenine ışık tutan bir eser olmanın ötesinde, dikkatli bir okur için post-kolonyal dönemde çeşitli ülkelerin deneyimlediği epistemolojik bağımlılık sorunsalına da atıfta bulunan daha geniş bir eleştirel çerçeveyi yakalamamızı sağlar. Bilginin toplumsal bağlamını kavramadan, tek başına bilimsellik iddiasıyla çözüm aranmasının sakıncalarını ifşa eder. Bugün iklim krizi, dijital sömürü, pandemi ve ekonomik eşitsizlikler gibi sorunlar bu eleştirinin güncel ve küresel boyutta ne kadar geçerli olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, Tuna’nın işaret ettiği bağımsız düşünme, yerel koşulları tanıma ve kendi çözüm yollarını inşa etme çabası, günümüz dünyasında her geçen gün önem kazanmaktadır.