Batı Yarımküre’nin Yeni Tarihi
Birkaç yakın arkadaşın bir video podcast kaydederek birbirlerine iltifatlar yağdırdığı ve usul usul adil yargılamayı ortadan kaldırmaktan bahsettikleri bir sohbet hayal edin. Nisan ayında Oval Ofis’te, Başkan Donald Trump ile El Salvador Devlet Başkanı Nayib Bukele’nin ortak basın toplantısını izlemek, yaklaşık olarak böyle bir his veriyordu. Önce karşılıklı övgüler geldi. Trump, “El Salvador halkına merhaba demek ve harika bir başkanları olduğunu söylemek istiyorum,” diyerek söze başladı. Bukele ise “özgür dünyanın lideri” ile tanışmaktan duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Sohbetin ilerleyen anlarında Trump, Bukele’ye “Genç bir delikanlıya benziyorsun,” diyerek şakayla karışık koluna hafifçe vurdu.
İkili daha sonra, ABD’de tutulan düzinelerce Venezuelalı göçmenin, “Centro de Confinamiento del Terrorismo” (CECOT) adıyla bilinen kötü şöhretli Salvador mega hapishanesine yargı kararı olmadan transfer edilmesi konusuna ve ayrıca ABD’li yetkililer tarafından yanlışlıkla El Salvador’a sınır dışı edilen Maryland’lı Kilmar Abrego Garcia’nın durumuna dikkat çekti. Bir muhabirin, ABD Yüksek Mahkemesi’nin kararı doğrultusunda Abrego Garcia’nın geri dönüşünü kolaylaştırıp kolaylaştırmayacağını sorması üzerine Bukele alaycı bir şekilde, “Bir teröristi Amerika Birleşik Devletleri’ne nasıl kaçırabilirim?” diye yanıtladı. Trump ise onaylayarak başını salladı. (Abrego Garcia, bu ayın başlarında nihayet ABD’ye iade edildi.)
Bu buluşma, ABD ile El Salvador arasında onlarca yıldır süren siyasi dansın en son ve hoyrat adımıydı. 1980’lerde, Orta Amerika ülkesindeki iç savaş sırasında ABD, katliamlarla anılan sağcı gruplara milyarlarca dolar yardım yaptı, bu da çatışmayı körükleyip ülkeyi istikrarsızlaştırdı. 90’larda ise Clinton yönetimi, ABD’de suç işlemiş Salvadorlu göçmenleri anavatanlarına sınır dışı etmeye başladı. Bu adım, savaşın ardından kurumsal olarak zayıf düşmüş bir ülkede güçlü çetelerin yükselişine zemin hazırladı. Artan çete şiddeti, binlerce sıradan Salvadorlunun ABD’ye kaçmasına yol açtı. Bu kaotik ortam, kendisini bir zamanlar “dünyanın en havalı diktatörü” olarak tanımlayan Bukele’nin yükselişine zemin hazırladı. Ve şimdi ABD, burada sığınma talebinde bulunmak gibi bir “suç” işlemiş göçmenler de dahil olmak üzere Venezuelalıları barındırması için El Salvador’a para ödüyor.
Bu, daha önce defalarca gördüğümüz şeylerin bir tekrarına benziyor ama korkunç bir yeni bükülme (twist) içeriyor. Amerika’nın Latin Amerika’ya müdahalesi, sıklıkla ABD’nin hoşgörülü bir ebeveyn, kendi yarımküresinde düzeni sağlamakla görevli istikrarlı bir demokrasi olduğu yönündeki küçümseyici bir varsayıma dayanmıştır. Ancak artık ülkemiz Los Angeles’ta kendi vatandaşlarına karşı orduyu seferber ettiğine, sınır dışı işlemlerinde Anayasa’yı hiçe sayan bir yaklaşım benimsediğine ve mahkeme kararlarına karşı geldiğine göre, belki de bu kez rehberliği Latin Amerika yapmalı. Tüm siyasi çalkantılarına ve baskı dönemlerine rağmen, Latin Amerika ülkeleri kolektif idealler üzerine kurulmuş zengin bir toplumsal hareketler tarihine sahiptir. Bazı tarihçiler Trump’tan Latin Amerika usulü bir güçlü adam olarak söz ederken, belki de bu bölge bize demokrasi hakkında öğretecek şeylere sahip olabilir.
Tarihçi Greg Grandin’in iddialı yeni kitabı America, América: A New History of the New World‘ün yayımlanması, Trump dönemiyle birlikte son derece yerinde bir zamana denk geldi. Grandin’in önceki Pulitzer ödüllü kitabı The End of the Myth (Efsanenin Sonu), ABD’nin yayılmacılığının nasıl Trump döneminin sınır duvarı izolasyonizmine dönüştüğünü keskin bir biçimde açıklamıştı. America, América adlı yeni çalışmasında ise bakış açısını genişletiyor. 768 sayfalık bu kitapta Grandin, tarihin genel seyrini gözler önüne seriyor: sömürgeleştirmenin kanlı geçmişi, bağımsızlık hareketleri, ABD’deki manifest destiny (kaderin kaçınılmazlığı) anlayışı, Latin Amerika’daki caudillo (tek adam) yönetimi, iki dünya savaşı, Soğuk Savaş ve 21. yüzyıldaki artan kutuplaşma.
Yazar, Amerika’nın tarihini (yalnızca Amerika Birleşik Devletleri’nin değil, tüm Amerika kıtasının) ele alan ilk akademisyen değil. İngiliz tarihçi Felipe Fernández-Armesto’nun 2003 yılında yayımlanan The Americas: A Hemispheric History adlı kitabı, kıtanın Anglo ve Latin Amerika uluslarının beş yüzyıl boyunca değişen kaderlerini konu almıştı. Ancak bu eser kapsam açısından daha sınırlıydı ve yayımlanmasından bu yana geçen yirmi yıl içinde Bukele, Venezuela’dan Nicolás Maduro, Arjantin’den Javier Milei ve Trump gibi yeni bir caudillo kuşağı sahneye çıktı.
America, América bizi günümüze getiriyor. Aynı zamanda geçmişe de taze bir bakış sunuyor; özellikle Britanya ve İspanyol imparatorluklarına odaklanarak, her iki imparatorluğun da (iyi ya da kötü) üzerine kurulduğu ve yönetildiği fikirleri derinlemesine analiz ediyor. Grandin örneğin, her iki imparatorluğun da fetih etiğiyle nasıl yüzleştiklerini — ya da yüzleşmediklerini — inceliyor. Ayrıca Monroe Doktrini’nin iki yüzyıl boyunca ABD–Latin Amerika ilişkilerini nasıl şekillendirdiğini ayrıntılı biçimde ele alıyor. 1823’te Başkan James Monroe, Batı Yarımküre’nin Avrupa’nın gelecekteki sömürge projelerine kapalı olduğunu ilan ettiğinde, bu açıklama yeni bağımsızlığını kazanmış Latin Amerika ülkeleri tarafından bir dayanışma mesajı olarak algılandı. Ancak kısa sürede, Grandin’in yazdığı gibi, “ABD’nin güney komşularına müdahale etmesine olanak sağlayan kendi kendine verilmiş bir yetki belgesine” dönüştü. İki yıl içinde ABD, Meksika Devlet Başkanı Guadalupe Victoria’yı aktif olarak zayıflatmaya başladı; ardından Meksika, Haiti, Küba ve Porto Riko’da askeri müdahaleler geldi. 20. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, Küba’daki devrimle körüklenen Soğuk Savaş paranoyaları, Grandin’in tahminine göre, 1961 ile 1969 arasında ABD destekli 16 rejim değişikliğine yol açtı — bunlardan biri El Salvador’da yaşandı ve ülkeyi iç savaşın eşiğine getirdi.
Bu büyük ve hantal bir kitap — ve kolaylıkla kuru, sıkıcı bir okuma deneyimi sunabilirdi. Ancak Grandin, teoriyi hem aydınlatıcı hem de dehşet verici anekdotlarla canlandırma konusunda yetenekli bir yazar. Örneğin, Venezuela’daki bağımsızlık hareketini detaylandıran bir bölümde, reformcuları püskürtmeye çalışan kralcı bir caudillo olan José Tomás Boves hakkında romanvari bir ara anlatı yer alıyor: Boves, yeni bağımsızlığını kazanmış ülkenin başkentini ele geçirmek için bir ordu topladı ve yoluna çıkan herkesi acımasızca ezdi. Cumaná’da, Caracas’ın cumhuriyetçi orkestrasını esir aldı ve müzisyenlere, askerleri kasabanın dul kadınlarıyla dans ederken vals çalmalarını emretti. Grandin şöyle yazıyor: “Günün katliamlarından ayakkabılarında hâlâ taze olan kan, dans pistini kıpkırmızıya boyadı. Orkestra çalmaya devam ederken, Boves müzisyenleri birer birer dışarı çıkarıp infaz etti.”
Bu tür kanlı hikâyeler anlatının ilerlemesini sağlasa da, América, America’yı asıl öğretici kılan unsur, Grandin’in Latin Amerikalı düşünürlerin cumhuriyetlerinin kuruluşundan itibaren önemli sosyal hakları savunma biçimlerine odaklanmasıdır. Öncelikle, Latin Amerika’daki birçok erken bağımsızlık hareketi köleliğin kaldırılmasıyla bağlantılıydı — en çarpıcı örneği Haiti’deydi. Güney Amerika’nın kurtuluş lideri Simón Bolívar, George Washington ve Thomas Jefferson’dan farklı olarak, ailesinin malikanesinde çalışan köle işçileri özgürleştirmişti. Dahası, İspanyolca konuşulan birçok cumhuriyetin anayasaları sadece bireysel hakları güvence altına almakla kalmıyor, aynı zamanda el bien común de la Sociedad (“toplumun ortak yararı”) için de koruma sağlıyordu. Meksika anayasası, doğum hakkı yoluyla vatandaşlığı garanti eden dünyadaki ilk anayasa oldu. Grandin’e göre, Venezuela’nın ilk anayasasında “sosyal” kelimesi dokuz, “toplum” kelimesi ise 15 kez geçiyordu: “Bu kelimelerin hiçbiri Amerika Birleşik Devletleri Anayasasında yer almaz.” Venezuela’nın dikkat çekici bu belgesi şöyle diyordu: “Hükümetler, insanların ortak iyiliği ve mutluluğu için kurulduğundan, toplum yoksullara ve talihsizlere yardım etmeli, tüm vatandaşlara eğitim sağlamalıdır.”
Elbette, yüce idealler ile yasanın fiili uygulanışı arasında bir uçurum vardı. Latin Amerika’da köleliğin kaldırılması, uygulamada hemen ortadan kalkmadı ve Venezuela’nın ilk anayasası da kısa süre içinde başka bir anayasa ile değiştirildi. Ancak Latin Amerika’nın el bien común (ortak iyilik) idealleri, uluslararası hukuk da dahil olmak üzere günümüzün hukuk sistemlerinin şekillenmesine katkıda bulundu. 1948’de Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde yer alan birçok fikir — kadın ve erkeklerin eşit muamele görmesi, farklı ırklardan bireylerin evlenme hakkı, sağlık hizmeti hakkı ve boş zaman hakkı gibi — Latin Amerika’dan doğmuştur.
Grandin’in anlatımı, Latin Amerika’yı sürekli mağdur olarak gören bakış açısını tersine çeviriyor ve onun yerine, sosyal iyilik uğruna istikrarlı bir şekilde mücadele eden liderlerin bir geleneğini belgeliyor. Özellikle aydınlatıcı bir bölüm, 1960’larda kurtuluş teolojisinin, Marksist ekonomi teorisinin ve Latin Amerika edebiyatının bir araya gelerek “ataerkillerin, diktatörlerin, toprak sahiplerinin ve yabancı sermayenin iktidarlarını sürdürmelerinin görünmez yollarını” nasıl açığa çıkardığını izliyor. Grandin, bu dönemin “öylesine yoğun bir entelektüel canlılık dönemi olduğunu ve Avrupa Aydınlanma Çağı ile eşit görülmesi gerektiğini” savunuyor.
El Salvador bağlamında özellikle dokunaklı olan, bu ülkede önde gelen bir Cizvit rahibi olan Peder Ignacio Ellacuría’nın hikâyesidir. Ellacuría, topluluklarını ekonomik ve siyasi boyunduruktan kurtarmaya çalışan Latin Amerikalı teologlar dalgasının bir parçasıydı. Onun temel düşüncelerinden biri, yoksulların boyun eğip içinde bulundukları durumu kabullenmelerinin beklenemeyeceğiydi. Ellacuría, amacının “çarmıha gerilenleri çarmıhtan indirmek” olduğunu yazmıştı. Bu düşünceler ve Ellacuría’nın solcu isyancılar ile hükümet arasında bir barış anlaşması sağlama girişimi ordu tarafından hoş karşılanmadı. 1989 yılında, iç savaşın kaos ortamında, Ellacuría diğer beş Cizvit rahibiyle birlikte, ayrıca ev hizmetçisi ve onun kızıyla beraber uykularında öldürüldü. Saldırganlar, ABD’li danışmanların yönlendirmesiyle oluşturulmuş kötü şöhretli Atlácatl Taburu’nun üyeleriydi. Bu rahiplerin öldürülmesi, fikirlerinin sonunu getirmedi. Bugün, bu rahipler aziz ilan edilme sürecindeler ve onlardan biriyle yakın çalışan Kardinal Gregorio Rosa Chávez, Bukele’nin en açık sözlü eleştirmenlerinden biri.
Grandin’in son bölümde belirttiği gibi, dünya şu anda yeni bir otokrat kuşağının yükselişine tanıklık ediyor — bunların arasında, CECOT’u “Dantevari bir faşist insanlıktan çıkarma sahnesi” olarak kullandığı için eleştirdiği Bukele de var. Ancak yazar, Latin Amerika’nın toplumsal duyarlılıklara dayalı ideallerinde bir çıkış yolu buluyor. “Latin Amerikalılar, faşizmi yenmenin yolunun o zaman olduğu gibi bugün de aynı olduğunu biliyor,” diye yazıyor; günümüzü 1930’lardaki otokrasi yükselişiyle karşılaştırarak, “liberalizmi güçlü bir sosyal haklar gündemiyle birleştirerek, insanların yaşam koşullarını iyileştirme vaadiyle” diyor. Örneğin, Şili’de sosyalist Salvador Allende’nin seçim zaferi, halkın solcu doktrine körü körüne kapılmasıyla değil; Allende’nin hayata geçirdiği somut (ve son derece makul) reformların bir sonucu olarak gerçekleşti: okuma yazma programları, genişletilmiş eğitim sistemi, dul kadınlar için artırılan emekli maaşları, okul çocuklarına ücretsiz öğle yemekleri ve işyeri güvenliği düzenlemeleri.
Peki, el bien común (ortak iyilik) fikirleri günümüz Amerikan toplumsal hareketlerine nasıl ilham verebilir? Şimdilik Grandin’in de başkalarından daha fazla bir yanıtı yok. America, América daha çok büyük resimdeki ideolojiye odaklanıyor; direnişin ayrıntılı işleyişine değil. Örneğin, Şili’de Katolik Kilisesi’nin 1970’ler ve 80’lerde askeri rejimin tahribatlarına karşı koymak amacıyla kurumlar inşa ederek, sonrasında gelen liberalleşmenin zeminini nasıl hazırladığı incelenmemiş. Amerikan kıtalarının özgürlüğe doğru yavaş ilerleyişinde yaşanan son aksaklıkların üstesinden gelmek için keşfedilecek hâlâ çok şey var. Belki bu da Grandin’in bir sonraki kitabına uygun bir konu olabilir.
*Carolina A. Miranda, Los Angeles merkezli bir kültür yazarıdır. Yazıları The New York Review of Books, Curbed ve Fresh Air gibi yayınlarda yer almıştır.
Kaynak: https://www.theatlantic.com/books/archive/2025/06/what-us-can-learn-latin-america/683341/