Batı, Paul Kagame’nin Kongo’yu Yağmalamasına Yardımcı Oldu
Son otuz yıldır Ruanda’nın lideri Paul Kagame, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki çatışmayı körükleyerek ülkenin doğal kaynaklarını talan etti. Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği, ganimetten pay alabilmek için Kagame’nin suç ortağı oldular.
Bloomberg News, son çeyrek asırdır Ruanda’nın cumhurbaşkanı olan Paul Kagame’yi “Batı’nın en sevdiği otokrat” olarak tanımlıyor. Bill Clinton’a göre Kagame, “parlak bir adam” ve “zamanımızın en büyük liderlerinden biri”dir.
Eski Birleşik Krallık başbakanı Tony Blair de Kagame’yi “vizyoner bir lider” olarak övüyor. Blair’in Küresel Değişim Enstitüsü (Institute for Global Change), Ruanda ile yakın iş birliği içinde çalıştı ve Blair, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ni (Democratic Republic of Congo – DRC) şiddetle yağmaladığı için Ruanda’ya yaptırım uygulanmasına yönelik herhangi bir adıma şahsen karşı çıktı.
Kagame ile iş tutmayı seçenler yalnızca Clinton ve Blair gibi emekli siyasetçilerle sınırlı değildir. Avrupa Birliği, Kongo’nun yağmalanmasını teşvik ettiğine dair açık kanıtlara rağmen, madenlerin çıkarılmasını kolaylaştırmak üzere Kagame’nin hükümetiyle bir anlaşma müzakere etmiştir.
Kagame’nin Yükselişi
Kagame’nin yönettiği Orta Afrika ülkesi oldukça küçüktür — yaklaşık olarak Maryland eyaleti büyüklüğündedir. Nüfusu iki ana etnik gruptan oluşur: tarihsel olarak nüfusun yaklaşık %85’ini oluşturan Hutular ve geri kalan %15’in büyük kısmını oluşturan Tutsiler (etnik kimliğe ilişkin istatistikler artık resmî olarak toplanmamaktadır).
Alman ve Belçika sömürge yönetimleri, belirli bir Tutsi tabakasını yönetici sınıf olarak kullanmıştır. 1962’deki bağımsızlık süreci öncesinde sömürge düzeni tersine çevrilmiş; Hutu seçkinleri iktidarı ele geçirerek Tutsi nüfusa karşı bir dizi pogromu körüklemiş, on binlerce kişi öldürülmüş, çok daha fazlası ise sürgüne zorlanmıştır.
Bu Tutsi sürgünlerin birçoğu Uganda’daki mülteci kamplarında büyümüş ve 1990 yılında Ruanda’yı işgal eden isyancı hareketin, Ruanda Yurtsever Cephesi (Rwandan Patriotic Front – RPF)’nin çekirdeğini oluşturmuştur. Bu grup, kendilerinin ya da ebeveynlerinin sürüldüğü topraklara geri dönme hakkı talep etmiştir. Uganda’daki bu sürgünlerden biri olan Paul Kagame, sonraki dört yıl süren iç savaş sırasında RPF’nin lideri olmuştur.
Nisan 1994’te, bir füze Ruanda Cumhurbaşkanı Juvénal Habyarimana’nın uçağını düşürmüş; Habyarimana ile Burundi Cumhurbaşkanı Cyprien Ntaryamira hayatını kaybetmiştir. Füze saldırısından kimin sorumlu olduğu hâlâ tartışmalıdır: RPF’nin suçlu olduğuna dair güçlü, ancak tamamen kanıtlanmamış bir iddia vardır.
Habyarimana’nın ölümünün ardından, hükümet ordusu ve ona bağlı milisler, Fransa’nın desteğiyle Tutsilere yönelik bir soykırımı ve siyasi muhaliflere yönelik toplu katliamları başlatmıştır. Nisan ile temmuz ayları arasında yaklaşık sekiz yüz bin kişi katledilmiştir.
RPF, Temmuz 1994’te hükümet güçlerini askerî olarak mağlup etmiş; bu süreçte kendi katliamlarını da gerçekleştirmiş ve sivil Tutsi nüfusu kurtarmaktan ziyade askerî zaferi önceliklendirmiştir. Kagame, soykırımı sona erdirdiği iddiasıyla ardından yanıltıcı biçimde kahraman ilan edilmiş; 2000 yılına kadar ülkenin fiilî lideri olarak görev yapmış, o tarihten bu yana da resmen cumhurbaşkanlığı görevini sürdürmektedir.
Küllerinden Yeniden Doğmak
Birçok uluslararası gözlemci, soykırım sonrası Ruanda’yı etnik uzlaşma ve ekonomik toparlanmanın bir mucizesi olarak değerlendirmektedir. Blair, Ruanda’nın “olağanüstü gelişme yolundan” söz ederken, Anthony Blinken 2022 yılında ülkeyi “soykırımın küllerinden doğarak inovasyon, yatırım ve turizm için küresel bir destinasyon haline gelen” bir ülke olarak tanımlamıştır.
Kişisel bir not olarak, 1994–95 yıllarında Ruanda’da yardım görevlisi olarak çalıştığım dönemde, Kagame’nin Ruanda Yurtsever Cephesi (Rwandan Patriotic Front – RPF) beni genel olarak etkilemişti. Yetkin görünüyorlardı, ulusal yeniden yapılanmaya gerçekten bağlıydılar ve neredeyse hiç yolsuzluk belirtisi göstermiyorlardı. Ayrıca, soykırımı sona erdirdikleri yönündeki anlatıyı da büyük ölçüde benimsiyordum. Ancak o zamandan bu yana biriken ezici düzeydeki kanıtlar, hem beni hem de çoğu insanı RPF yönetimine karşı son derece eleştirel bir tutum almaya sevk etti.
Artık Kagame’nin inandırıcılıktan uzak seçim zaferlerine işaret ediyoruz — örneğin, 2024’te yapılan son cumhurbaşkanlığı seçiminde oyların %99’undan fazlasını aldığı iddia edilmiştir — ve siyasi muhaliflerin, bağımsız gazetecilerin ve rejimi sorgulayan herkesin hapsedilmesi ve suikasta uğramasını içeren ağır baskı uygulamalarını eleştiriyoruz.
Kagame ayrıca, gerçek anlamda eğitim ve sağlık alanlarında ilerleme kaydedildiği kabul edilmekle birlikte, kazançları büyük ölçüde rejimin dar bir çevresine yarayan son derece eşitsiz bir ekonominin başındadır. Ruanda, dış yardıma ve başka ülkelerden çalınan kaynaklara derin şekilde bağımlıdır.
Ruandalı elitlerin en çok yağmaladığı ülke ise komşusu Demokratik Kongo Cumhuriyeti’dir. Ruanda, 1996 yılında DRC’yi (o zamanki adıyla Zaire) işgal ederek, önceki soykırımcı rejimin kaçan unsurlarının peşine düştü.
DRC, kısa sürede birçok Afrika devletinin taraf olduğu ve Ruanda ile Uganda’nın, Ruanda’nın desteğiyle göreve gelen DRC Cumhurbaşkanı Laurent Kabila’ya karşı; Angola, Namibya ve Zimbabve’nin ise onu desteklemek üzere asker gönderdiği çatışma alanı haline geldi. Bu savaş, açlık ve hastalık kurbanları da dâhil olmak üzere yaklaşık beş milyon kişinin ölümüne yol açtı. Kabila’nın 2001’de suikasta uğramasının ardından da çatışmalar devam etti ve resmî olarak Temmuz 2003’te sona erdi; ancak o tarihten bu yana çeşitli gruplar arasında sıklıkla yoğun şiddet olayları yaşanmaya devam etti.
Tüm bu süreç boyunca Ruanda, DRC’yi yağmalayıp harap etti. Uluslararası Kriz Grubu (International Crisis Group), Ruanda’nın son otuz yıla yayılan eylemlerini “mineral zengini bölgelerin ele geçirilmesini de içeren uzun vadeli toprak genişlemesi” modeli olarak tanımlamıştır.
Kongo’yu Yağmalamak
Bu yılın başlarında, M23 adlı bir milis grubunun Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin doğusunda ilerleyişi medyada büyük yankı uyandırdı. Bu ilerleyişin yaklaşık üç bin kişinin (çoğu sivil) ölümüne, kitlesel yerinden edilmeye, insan hakları ihlallerine ve ciddi bir insani krize yol açtığı tahmin ediliyor. Kagame liderliğindeki Ruanda Savunma Gücü (Rwandan Defence Force – RDF), Şubat ayı başında sahada dört bin RDF askerini konuşlandırarak M23’e sürekli destek sağladı.
Ruanda ise buna karşılık olarak, Avrupa Birliği (European Union) dâhil olmak üzere dış destekten faydalanmaktadır. Bunun örneklerinden biri, 2024 yılında imzalanan ve Ruanda’nın AB’ye belirli “kritik” hammaddeleri — tantal/koltan (çeşitli elektronik cihazlarda kullanılan), tungsten ve altın — tedarik etmesini güvence altına almayı amaçlayan bir Mutabakat Zaptı’dır (Memorandum of Understanding – MOU). AB, kaynak çıkarımını desteklemek üzere Ruanda’ya 900 milyon avronun üzerinde kaynak tahsis etmiştir.
Ancak, “Ruanda” menşeli kaynak çıkarımının büyük bir bölümünün, doğrudan ya da M23 gibi milisler aracılığıyla DRC’den yapılan sistematik hırsızlığı içerdiği iyi belgelenmiştir. Ruanda’nın kendi üretimi ile bu hammaddelerin ihracatı arasındaki fark uzun süredir dikkat çekmektedir. Örneğin, altın üretimi ülke içinde sınırlı olmasına rağmen, Ruanda’nın 2022 yılında yaklaşık 654 milyon dolar değerinde altın ihraç ettiği tahmin edilmektedir.
Eski Birleşmiş Milletler müfettişi Jason Stearns’ın bu yılın başlarında belirttiği üzere, bu rakamlar artmaya devam etmektedir:
“Ruanda’nın mineral ihracatı artık yıllık bir milyar doları aşıyor. Bu, iki yıl öncesine göre yaklaşık iki kat artış demek. Ne kadarının DRC’den geldiğini bilmiyoruz ama önemli bir kısmının oradan olduğu kesin.”
Avrupa Parlamentosu, AB’nin bu mutabakat zaptını askıya alması yönünde ezici çoğunlukla oy kullandı. Belçikalı Avrupa Parlamentosu Üyesi (MEP) Marc Botenga, askıya alınması gerektiğini şu sözlerle savundu:
“Bu mutabakat zaptı askıya alınmalıdır. Aslında, hiç imzalanmamalıydı. Ruandalı askerlerin Kongo topraklarında bulunduğunu ve bunun belirli doğal kaynakları çalmak, yağmalamak amacıyla yapıldığını biliyoruz. Aslına bakılırsa, Ruanda ile yapılan bu mutabakat zaptı bu askerleri cesaretlendiriyor.”
Buna karşın, Avrupa Komisyonu, askıya almanın “kendi kendini baltalayabileceğini” ve “Ruanda’nın sorumlu madencilik üretimi ve ticareti sağlaması için bir teşviki ortadan kaldıracağını” iddia etti. Mevcut durumda “sorumlu” olan herhangi bir yönü görmek oldukça güç.
Elbette, hayati doğal kaynaklara erişimi insan hakları kaygılarının önüne koyan tek aktör AB değildir. Trump yönetimi, Haziran 2025’te Ruanda ile DRC arasında imzalanan ve büyük tantanayla duyurulan bir barış anlaşmasını desteklemiştir. Ancak M23 ve diğer aktörlerin şiddet eylemleri sürmeye devam etmiştir. En iyimser ifadeyle, bazı savaşan taraflar saldırılarına geçici olarak ara vermiştir — şimdilik.
Yağma ise durmayacaktır: seksen Kongolu sivil toplum örgütünden oluşan bir koalisyon, bu anlaşmayı, Ruanda ve müttefiklerinin — “DRC’nin minerallerine göz dikmiş ve Ruanda’ya mali yardım sağlayan Batılı güçler de dâhil olmak üzere” — yürütmekte olduğu “mevcut yasadışı kaynak ve iktidar gaspını normalleştirme çerçevesi” olarak tanımlamıştır. Amerika Birleşik Devletleri de tıpkı AB gibi, “barış karşılığında kaynak” diplomasisi (peace-for-resources diplomacy) adı verilen yöntemle Kongo’nun hammadde kaynaklarına erişmeye çalışmaktadır.
Ruanda, Mozambik ve Avrupa Birliği
Donald Trump’ın başka ülkelerin doğal kaynaklarına erişim sağlama girişimleri (Ukrayna örneğinde de görüldüğü üzere) kesinlikle kaba bir nitelik taşımaktadır. Ancak Avrupa’nın Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ne yönelik yaklaşımı göz önüne alındığında, ahlaki üstünlük iddiasında bulunması mümkün değildir. Avrupa ile Ruanda’nın birlikte müdahil olduğu bir başka Afrika ülkesi, bu gerçeği daha da açık biçimde ortaya koymaktadır.
2017’den bu yana Mozambik’in kuzeyinde, hükümet ile İslamcı bağlantılı isyancılar arasında bir iç savaş sürmektedir. 2019 yılında Fransız petrol ve doğalgaz şirketi Total, açık deniz doğalgaz yataklarının çıkarılması için 19 milyar avroluk bir yatırım yapacağını duyurdu; ancak isyancı faaliyetleri bu projeyi tehdit etti. Buna karşılık Avrupa Birliği, AB sübvansiyonlarıyla desteklenen Ruanda güçlerinin desteğiyle Mozambik ordusuna yönelik bir destek programı başlattı.
DRC’deki kaynak yağmasında rol alan bazı Ruandalı iş çevreleri, Mozambik’te de faal durumda olup burada da kârlı maden işletmeleri ve benzeri fırsatları sömürmeye çalışmaktadır. DRC’deki saldırılarla bağlantısı daha önce tespit edilmiş kıdemli bir Ruandalı askerî komutanın, 2024 yılında Mozambik’teki Ruanda güçlerinin başında olduğu belirlenmiştir. Tıpkı DRC örneğinde olduğu gibi, Avrupa Parlamentosu üyeleri, Ruanda ordusuna Avrupa Barış Fonu (European Peace Facility — adı ironik biçimde “barış” olan bu fon) üzerinden sağlanan desteğin kesilmesi çağrısında bulunmuştur; ancak bu da sonuçsuz kalmıştır.
Kaynak gelirlerinin çıkarılması sürecinden yoksul Mozambikliler büyük ölçüde dışlanmış, buna karşın bedelini onlar ödemiştir. Rehad Desai’nin belirttiği gibi:
“Bu süreçten faydalanan tek kesim, uluslararası şirketlerin masadan bıraktığı kırıntıları alan siyasal bağlantılı elitlerdir. Yerel halk ise tarım ve balıkçılıkla yürüttüğü geçim kaynaklarının olumsuz etkilenmesini izlemekle yetinmek zorundadır.”
İşte tam da bu maliyetler, yerel halkın isyanını körüklemiştir. Avrupa Birliği, İslamcı terörizmle mücadele ettiğini iddia ederken, Corporate Europe Observatory araştırmacısı Kenneth Haar, asıl meselenin “gaz kaynaklarına erişim ve Avrupa-Fransa yatırımlarının savunulması” olduğunu daha isabetli bir biçimde tanımlamaktadır.
Ruanda’nın burada Batılı güçlerin ortağı olarak üstlendiği rol, pek çok çevrede sahip olduğu olumlu itibarın ve Batı’nın “bağışçı gözdesi” (“donor darling”) olarak görülmesinin nedenlerinden birini açıklamaktadır. Kagame’nin, Birleşik Krallık’tan (her ne kadar artık terk edilmiş bir plan olsa da) ve Amerika Birleşik Devletleri’nden sınır dışı edilen mültecileri kabul etmeye istekli oluşu da bir diğer etkendir.
Ayrıca, Ruanda’nın Birleşmiş Milletler barış gücü misyonlarına yaptığı önemli katkı da bu bağlamda dikkate değerdir; ancak bu katkı, çoğu zaman özgecil nedenlere değil, başka saiklere dayanmaktadır. Mozambik örneğinde olduğu gibi, Ruandalı şirketler bu tür birliklerin konuşlandırılmasının hemen ardından devreye girerler; genellikle Ruanda ekonomisine egemen olan ve RPF’nin yurtdışındaki ekonomik çıkarlarını öncelikli olarak takip eden RPF’ye ait bir holding şirketi olan Crystal Ventures Limited şemsiyesi altında faaliyet gösterirler.
Güç Gösterisi
Ruanda pasif bir oyuncu ya da Batı’nın kuklası değildir. Koordineli askerî-ticari gücünü sergilemesi ve itibarını yükseltmek amacıyla küresel spor kulüplerine ve etkinliklerine sponsor olması gibi uygulamalarından da görüleceği üzere, başlı başına yetenekli ve manipülatif bir aktördür.
Kagame ayrıca, Afrika’daki Çin müdahalelerine stratejik takdirini ifade etmiş ve Batılı güçlere, desteğin kısıtlanması hâlinde Ruanda’nın Çin’e yakınlaşabileceği yönünde zımni bir uyarı göndermiştir. Belçika, Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri gibi çeşitli ülkelerden zaman zaman bu tür kısıtlamalar getirilmiş olsa da, bunlar geçici ve kısmi olmuştur.
Ruanda’nın kendi ihlallerini meşrulaştırmak için kullandığı bir başka strateji ise, İsrail’i eleştirenlerin aşina olduğu bir yöntemdir. Ruanda’nın “İsrail’in Afrika’daki en iyi dostlarından biri” olarak ün kazanması ve iki ülke arasındaki iş birliğinin Gazze’ye yönelik son saldırıların başlamasından bu yana devam ediyor oluşu dikkat çekicidir. İsrail, Gazze’de soykırım işlerken bunu “teröristleri avlamak” olarak sunmakta; Ruanda ise 1994 soykırımının destekçilerini avladığını iddia ederken Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ni harap etmekte ve yağmalamaktadır.
Nasıl ki İsrail, eylemlerine yönelik eleştirileri antisemitizm suçlamalarıyla bastırmaya çalışıyorsa, Ruanda da kendisini eleştirenleri — ister içeride ister dışarıda olsun — “soykırımı inkâr etmekle” ya da hatta soykırımı desteklemekle suçlamaktadır; çünkü RPF rejimi, Filip Reyntjens’in “soykırım kredisi” (genocide credit) olarak adlandırdığı ayrıcalıktan faydalanmaktadır. 2008 yılında Kagame, RPF tarafından işlenmiş suçlara atıfta bulunmayı “soykırım ideolojisi” sayan bir yasayı yürürlüğe koymuş ve bu yasa kapsamında çok sayıda siyasi muhalif hapse atılmıştır.
1995 yılında RPF’yi desteklemiş olmam bir hataydı. Ancak otuz yıllık bir zulüm ve insanlığa karşı suçlardan sonra hâlâ bu rejimi destekleyenlerin varlığı, bambaşka bir mesele. Ne var ki Clinton, Blair ve Avrupa Komisyonu gibi destekçileriyle Kagame’nin diktatörlüğü hâlâ güçlü şekilde ayakta ve içeride ya da dışarıda barbarlığını hafifleteceğine dair hiçbir emare göstermemektedir.
Kaynak: https://jacobin.com/2025/10/kagame-rwanda-congo-genocide-european-union/