Büyük güç siyasetinin hakim olduğu yeni bir çağda, Batı Balkanlar meselesi sonradan akla gelen önemsiz bir konu gibi görünebilir. Ancak bölgenin üç büyük jeopolitik eğilimin merkezinde yer alması, önümüzdeki dört yıl boyunca ve daha sonrasında Avrupa’da beklenenden daha büyük bir rol oynayabileceğini gösteriyor.
Saraybosna- Donald Trump’ın dış politika gündeminin tüm ayrıntıları henüz netleşmemiş olsa da, ikinci döneminin önceliklerini biliyoruz. Kampanyası sırasında Trump, İran’ı kontrol altına almak için ek çabalar olacağını, Ortadoğu’da bir şekilde anlaşma yapılacağını, Ukrayna’nın geleceğine dair müzakerelerin daha çok Moskova odaklı olacağını, Çin’e karşı seçici bir şekilde sert tutum sergileneceğini ve Avrupa’nın açık bir şekilde küçümseneceğini göstermişti. Küresel güç siyasetinin bu arka planı düşünüldüğünde, Batı Balkanlar’a dikkat çekmek tuhaf görünebilir. Ancak bu küçük bölge önümüzdeki dört yıl ve sonrasında Avrupa’da büyük bir rol oynayabilir.
Avrupa Birliği’nin kıtayı “bütün, özgür ve barış içinde” bir hale getirme vizyonu; Ukrayna’daki savaş, kendi sınırları içindeki milliyetçi ve liberal olmayan sağcı popülist akımlar gibi daha büyük zorluklar karşısında artık romantik bir hayal gibi görünüyor. Ayrıca, “Batı Balkan 6”yı (Arnavutluk, Bosna-Hersek, Kosova, Karadağ, Kuzey Makedonya ve Sırbistan) bünyesine katma süreci durmuş durumda. Bu ülkeler, AB üyeliğine yönelik anlamlı ilerlemeler kaydetmeyi bir yana bırakın, demokratik yönetişimle ilgili çeşitli göstergelerde gerileme gösterdiler.
Batı Balkan hükümetleri katılım için gerekli yasal veya kurumsal reformların çok azını gerçekleştirdi ve AB’ye katılıma yönelik kamuoyu desteği azaldı. Bu eğilim, altı ülkenin en büyüğü olan ve birçok AB liderinin ve Avrupa hükümetinin bölgeye baktığı mercek olan Sırbistan’da en belirgin şekilde göze çarpıyor. Bir zamanlar transatlantik kurallara dayalı liberal demokratik projenin temelini oluşturan kesinlik, otoriter veya tam anlamıyla otokratik ve kleptokratik rejimlerin iddialı özgüveni karşısında solmaya yüz tutmuş gibi görünüyor. Batı Balkanlar, daha şımarık bir kleptokrasiye doğru sürüklenirken, daha büyük eğilimlerin hem bir yansıması hem de habercisi konumundadır. Bu bağlamda, birbirine bağlı üç olgu daha yakından incelenmeyi hak ediyor. Bunlar; kritik ham madde (CRM) istihracı, neo-emperyalizm (aslında yeniden dirilen klasik emperyalizm) ve göçtür.
Bölgede son zamanlarda yapılan arama çalışmaları, temiz enerjiye ve diğer teknolojilere geçiş için ihtiyaç duyulan kritik metal ve minerallerin (lityum, nikel, gümüş ve magnezyum dahil) rezervlerini tespit etti. CRM istihraç patlamasının etkisi en doğrudan Bosna ve Sırbistan’da hissedilecek olsa da, bölgenin sosyal, politik ve ekonomik kalkınmasında çok olumlu veya çok olumsuz bir rol oynayabilecek sınır ötesi taşmalar da etkisi olacaktır.
Bu doğal kaynakların sorumlu bir şekilde çıkarılıp bir zamanlar gurur duyulan mühendislik sektörünü canlandırmak için kullanıldığı iyimser bir senaryo hayal edilebilir. Eğer hayal edildiği gibi gerçekleşirse, yer altından çıkarılan hammaddeler Batı Balkan ekonomisinin küresel değer zincirinde tırmanmasına olanak sağlayabilir. Siyasi liderler; yerel topluluklar, AB şirketleri ve uzmanlarıyla birlikte çalışarak iyi işleri geri getirebilir, eğitime ve inovasyona daha fazla yatırım yapabilir ve nihayet 30 yıllık bir durgunluktan çıkabilirler.
Ne yazık ki, bölgenin yaygın siyasi ve ekonomik yolsuzluk kurumsal kültürü göz önüne alındığında, bu en olası senaryo değil. Zaten CRM istihracında yaşanacak muhtemel bir patlama, iyi yönetişim ve diğer liberal değerlere pek önem vermeyen yerel ve Avrupalı şirketleri cezbediyor.
AB’nin bu durumu, bu ülkeleri üyeliğe hazırlamak için gerekli kurumsal ve yasal mekanizmaları güçlendirmek için bir fırsat olarak göreceği düşünülebilir. Ancak bunun yerine, Avrupalı liderler, bir nesildir reformları engelleyen hoşgörüsüz ve otokratik siyasi sınıfın kendisiyle iş yapmaya tamamen hazır olduklarını gösterdiler. Örneğin geçen yaz, Almanya Şansölyesi Olaf Scholz, Sırpların çevreye zararlı olduğunu ve kendi toplumları için yeterince yararlı olmadığını söylemelerine rağmen, yeni bir “mega lityum projesini” duyurmak üzere Sırbistan’a gitti.
BASKI ALTINDA
AB’nin bu tumu bizi ikinci olguya getiriyor: neo-emperyalizm (aslında yeniden dirilen klasik emperyalizm) ve nüfuz alanları için verilen mücadele. Avrupa hükümetleri ve şirketleri, Batı Balkanlardaki kritik ham madde (CRM) sömürüsündeki rollerini “Biz yapmazsak, Rusya veya Çin yapacak” diyerek meşrulaştırıyor. Bu gerekçe fazlasıyla kullanışlı. Bir yandan bölgenin bir gün tam anlamıyla AB’nin bir parçası olacağını iddia ederken, diğer yandan AB içinde asla kabul edilmeyecek ticari, çevresel ve yönetişim uygulamalarına ilişkin iş adamlarına sınırsız yetki tanıyorlar.
Bu tür bir angajmanın bedeli olacaktır. AB liderleri, ekonomi ve iş dünyasını insan hakları, şeffaflık ve demokrasi konusundaki kaygılardan kopararak, Avrupa deneyimini başlangıçta benzersiz kılan şeyleri aşındırıyorlar. Liberal yönetimin, kapsamlı güvenliğin gerekli bir bileşeni olduğu ilkesi terk ediliyor.
İronik ama şaşırtıcı olmayan bir şekilde, bu yaklaşım tam da birçok Avrupa liderinin karşı koymak istediğini söylediği daha büyük jeopolitik eğilimleri besliyor. AB’nin temelini oluşturan değerlerin ortadan kaldırılması, kısa vadeli, işlemsel gerçekçi politikalara geri dönüşü mümkün kılıyor ancak bu durum Rusya ve Çin gibi otoriter güçlerin, yerel Balkan elitleriyle AB değerlerinden uzak ticari anlaşmalar yapmalarına kapı aralıyor.
Çin uzun süredir bölgeyi Kuşak ve Yol Girişimi’nin bir düğümü olarak kullanmaya çalışırken, Rusya’nın çıkarları daha çok kültürel ve siyasi alana odaklanıyor. Kremlin, Sırbistan, Bosna ve Karadağ’da (NATO üyesi) bölgesel eşdeğeri olan Srpski svet‘i (Sırp dünyası) teşvik ederek Russkiy mir (Rus dünyası) yaratma yönündeki emperyal projesini güçlendirmeyi umuyor. Bu stratejinin merkezinde, demokratik yönetime duyulan güveni aşındırmak yer alıyor; demokrasi, ne mümkün ne de arzu edilir bir yönetim biçimi olarak sunuluyor.
Batı Balkanlar ve Avrupa’nın geri kalanında öne çıkacak üçüncü konu ise göçtür; bunu da iki türe ayırmak mümkün. Birincisi, Pakistan’dan ve Hindistan alt kıtasının diğer bölümlerinden, Ortadoğu’dan ve Sahra Altı Afrika’nın bazı bölgelerinden Almanya ve İsveç gibi ülkelere doğru gelen göçtür. Akdeniz’de alabora olan tekneler haberlerde daha çok yer alsa da, Batı Balkanlar’daki kara rotaları göç akışının büyük bir kısmını oluşturuyor. İşte bu nedenle AB’nin göç politikasının temel ayaklarından biri Türkiye ve Batı Balkanlar’dır. Avrupa, sınırlarını sertleştirmeleri için otoriter bölge liderleriyle anlaşmalar yaptı ve Hırvatistan gibi AB ülkelerine, göçmenleri coğrafi olarak elverişli bir bekletme noktası işlevi görevi gören Bosna veya Sırbistan’a geri gönderme yetkisi verdi.
Diğer göç türü ise Batı Balkan ülkeleri işçilerinin AB’ye göç etmesidir; burada bu işçiler sağlık, ulaştırma, konaklama veya diğer sektörlerde, çoğunlukla Avrupa hükümetlerinin ve özel sektörde istihdam oluşturanların tam teşvikiyle işlere yerleştirilmektedirler. Zamanla bu akışlar, bölgedeki daha fazla vatandaşın kuzeye ve batıya taşınmasına yol açarken, daha doğu ve güneyden gelen göçmenler, inşaat, madencilik, turizm ve diğer endüstrilerdeki işgücü açığını kapatmak veya AB’ye giderken geçici bir durak olarak Batı Balkanlar’a getiriliyor. Her iki göç akışının da kesişme noktası olması nedeniyle bölge, 1990’lardaki Yugoslavya sonrası savaşlardan bu yana benzeri görülmemiş bir toplumsal deneyin içinde yer alıyor; küçük kasaba ve şehirlerin sosyal uyumu ciddi bir sınavdan geçiyor.
Tüm bu endişe verici dinamikler göz önüne alındığında, Batı Balkanlar için gelecek kasvetli görünebilir. Batı yanlısı, Avrupa yanlısı bir bakış açısının toplumlarını daha iyiye doğru dönüştüreceğine dair umut besleyenler, AB’li muhataplarının aslında kendilerinin benimsediği liberal değerlere göre yaşamayabilecekleri gerçeğinin farkına varıyorlar.
Bununla birlikte, 1990’lardan sonraki “geçişler” en azından bölge halkını, sözde “pekişmiş” demokrasileri etkileyen yanlış/dezenformasyon, kleptokrasi, eşitsizlik ve çiğ işlemsel siyasetin anti-demokratik virüslerine karşı aşıladı. Sırbistan’daki öğrenci ve vatandaş protestoları, oradaki insanların geleceklerini değiştirmekten vazgeçmediklerini gösteriyor. Batı’da hâlâ liberal değerlere bağlı olanlar, mümkün olduğunca benzer düşünen müttefiklere ulaşmalıdır. Demokratik özgüveni yeniden tesis etmenin tek yolu budur; aksi takdirde, küresel çapta hoşgörüsüz oportünizm dalgası yükselmeye devam edecektir.
Valery Perry, Demokratikleşme Politikası Konseyi kıdemli üyesi ve Sırbistan’da Aşırılıkçılık ve Şiddet İçeren Aşırılıkçılık: 21. Yüzyılda Tarihsel Bir Sorunun Yansımaları (Columbia University Press, 2019) kitabının editörüdür. 2025 itibarıyla Project Syndicate için yazmaktadır.
Tercüme: Ali Karakuş