Ateşkes Masasında Suudi Arabistan Neden Yok ?

Mısır’ın Şarm eş-Şeyh kentinde gerçekleşen ateşkes görüşmeleri her ne kadar pamuk ipliğine bağlı olsa da başarıyla sonuçlandı. Ancak ateşkesin uygulanıp uygulanmamasını bir yana bırakırsak aslında bu masada daha aktif rol alması gereken ülkelerden bir olan Suudi Arabistan’ın devreye girmemesi, daha temkinli bir yol izlemesi ilgi çekicidir. İslam İşbirliği Teşkilatı’nı kuran, dünyanın petrolünü kesen Suudi Arabistan’ın, ateşkes sürecinde sınırlı görünürlüğü, herhalde ilgisizlik ya da kapasite yetersizliği ile açıklanamaz. Bu durum, bilinçli bir konumlanmaya, stratejik bir sükunete işaret etmektedir. Riyad, taktik düzeydeki gündelik pazarlığa doğrudan dahil olmak yerine, sonuçların dayanıklılığını belirleyecek kurumsal ve siyasal çerçeveyi etkilemeyi amaçlayan üst ölçekli bir yaklaşımı öncelemektedir. Böylece, kısa vadeli vitrin etkisi yerine, meşruiyet ve istikrar üreten uzun vadeli düzenlemelere yatırım yapmaktadır.

Ateşkes masası, coğrafyanın zorunlulukları ve tarihsel müktesebatın birikimi ile şekillenmektedir. Mısır, Gazze ile kara sınırına sahip tek Arap ülkesidir, Refah kapısının idaresi, Sina havzasının güvenliği ve yıllara yayılan güvenlik koordinasyonu, Kahire’yi doğal arabulucu haline getirir. Katar, Hamas’ın siyasal kanadı ile kesintisiz temas kurabilen ender bir aktör olması sebebiyle iletişim hatları güvenilir ve süratlidir. Amerika Birleşik Devletleri’nin baskı ve teşvik dengesini kuran nüfuzu, mimariyi tamamlar. Son olarak Türkiye ile eş güdümün artması, hem diplomatik hem siyasi hem de askeri kulvarlarda tamamlayıcı bir katkı üretmektedir. Ankara insani erişim, kurumsal yönetişim ve kalıcı ateşkesin siyasal ve diplomatik ufku başlıklarında dengeleyici rolü üstlenmektedir.

Bu masada kendinde yer bulamayan Riyad’ın tercih parametrelerinde Vizyon 2030 hedeflerini göz ardı etmemek gerekir. Bu bağlamda parlayıp sönen sembolik çıkışlar yerine, iktisadi çeşitlenme ve toplumsal dönüşüm üreten adımlar öncelik kazanmaktadır. Suudi diplomasisi anlık dalgalanmaların cazibesine kapılmak yerine, etkisi kalıcı olacak kuralların, kurumların ve finansal düzeneklerin inşasına yönelir. Dikkat, sesin şiddetine değil, yankının süresine çevrilmiştir.

Öte yandan Hamas ile mesafe, yalnız ideolojik bir mesele değil, güvenlik paradigmasının kurucu bir bileşenidir. Müslüman Kardeşler çizgisine ilişkin tarihsel hassasiyet ve İran ile kurulan hatların doğurduğu risk algısı, Suudi karar alma süreçlerini ihtiyatlı kılmaktadır. Aleni ve yüksek profilli temaslar, içeride izah maliyeti üretebilir, dışarıda ise ittifak ağları ile sürtünmeye yol açabilir. Bu sebeple, Riyad çoğu durumda kapalı devre kanalları tercih eder, irtibat devam ederken, riskler makul bir eşiğin altında tutulmaya çalışılır.

Bu yaklaşım, iki düzeyli oyun mantığı ile de uyumlu ilerlemektedir. Uluslararası masadaki taviz ve kazanım dengesi, iç siyasal alanın hassasiyetleri ile birlikte ele alınır.  Müzakerelerin akamete uğraması halinde, eleştiri öncelikle masada oturanlara yönelir. Suud’un tercihi, bu maliyetin gereksiz yere üstlenilmemesine ve “ertesi gün düzenini” teşkil edecek bileşenlere yoğunlaşılmasına yöneliktir. Bu bileşenler, yönetişim modülleri, gözetim ve denetim mekanizmaları, güvenlik koordinasyonu ve sürdürülebilir finansman mimarisidir. Yani ateşkesin ilk aşamasından sonraki aşamalar.

Suudi ufkun diğer sabit ekseni, Amerika Birleşik Devletleri ile yürütülen güvenlik düzenlemeleri ve ancak kalıcı ateşkes ile somut bir siyasi yol haritasına bağlandığında ilerlemesi mümkün görülen İsrail ile normalleşmedir. Riyad’ın tezi açıktır, siyasi çerçeve yoksa, pratikte ateşkes kırılgandır. Bu nedenle, rehinelerin sayısal aritmetiği kadar, hatta çoğu kez ondan daha fazla, “ertesi günün” idari yapılanması ve Filistin yönetiminde reform takvimi ziyadesiyle önemlidir. Türkiye bu çerçevede, insani hatların işletilmesi, kurumsal reform tartışmaları ve yeniden inşa planlaması alanlarında süreci destekleyen bir bileşen olarak öne çıkmaktadır. Ateşkesin muhkem bir hale bürünmesiyle Suriye’de olduğu gibi bu süreçte de Suud’un Türkiye ile bu konuda daha fazla sorumluluk üstlenmesi kuvvetle muhtemeldir.

Halihazırda sahadaki fiili iş bölümü, bu mantığı pekiştirir niteliktedir. Katar siyasal iletişimi ve temas kanallarını yürütür, Mısır sınır ve güvenlik düzenini kurar, Amerika Birleşik Devletleri baskı ve telkini dengeler. Türkiye insani erişim, diplomatik temas ve kurum tasarımı başlıklarında tamamlayıcı bir omurga sunar. Suudi Arabistan ise, finansman kapasitesi, bölgesel meşruiyet üretimi ve uluslararası destek ağlarının seferber edilmesi sayesinde, finansal garantör nitelikli bir dolaylı rol icra etmek için beklemededir. Yeniden inşa fonlarının tasarımı, altyapı yatırımlarının tahsisi ve çok taraflı kaynakların harekete geçirilmesi gibi alanlarda ağırlık koyarak, riski artırmadan etkisini tedricen genişletmeyi hedeflemektedir.

Düşük profil, rasyonel bir risk sigortasıdır. Masa işlevini yitirdiğinde, siyasi bedel çoğu zaman masadakilere yüklenir. Coğrafyanın ağırlığının Kahire’ye, siyasal iletişimin Doha’ya, insani ve diplomatik katkının ise Türkiye’ye tabi olarak şekillenen bu tabloda, rekabetçi bir görünürlükle masaya girmek, işbirliği rasyonalitesini zedeleyecektir şüphesiz. Bu sebeple, Suudi tercih kısa vadeli görünürlükten çok, uyumlu ve verim üreten bir koordinasyonu öncelemektedir.

Zamanlama, stratejinin kilit unsurudur. Suudi rolünün görünürlüğü, ateşkesin kalıcılaşmaya yaklaştığı, geçiş güvenliği ve sınır yönetimine ilişkin gözetim ve denetim düzeneklerinin somutlaştığı, devletleşme takviminin geri dönüşü olan kilometre taşları ile teyit edildiği anda artacaktır. Bu eşikten sonra, normalleşme kartı, büyük paket içinde kilit bir unsura dönüşür. Suudi mali kapasite ile diplomatik etkinlik, bir araya gelir ve yeniden inşa programlarının normatif çerçevesi netleşir. Bu aşamada, Türkiye ile birlikte sahip olunan saha tecrübesi ve insani kapasitesi ile uygulamayı hızlandırıcı bir rol üstlenebilir.

Bu çerçevenin pratik sonucu, Suudi Arabistan’ın klasik arabuluculuktan ziyade, düzen kurucu sponsorluğa yakın bir işlev üstlenmesidir. Mali sürdürülebilirliği sağlayacak fon mimarileri, özel sermayeyi harekete geçirecek teşvik setleri ve uluslararası meşruiyeti tahkim edecek diplomatik dil, Riyad’ın ağırlık merkezini oluşturur. Türkiye’nin etki gücü ve tamamlayıcı kapasitesi, bu mimarinin sahaya intikalini kolaylaştıracaktır.

Sonuç itibarıyla, Suudi Arabistan neden masada yok sorusu, ontolojik bir yokluğa değil, yönteme dayalı bir yer seçimine delalet eder. Suudi Arabistan, arabuluculuğun yahut ateşkesin görünür risklerini, Mısır, Katar, Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri eksenine bırakırken, kalıcı ateşkesin siyasal mimarisi ve yeniden inşanın mali ve kurumsal çerçevesi üzerinden etki üretmeyi amaçlamaktadır. Bu yaklaşım, geri çekilme değil, stratejik sabır ve seçici görünürlük ile uyumlu bir sürece işaret eder. Dolayısıyla Riyad’ın bu sükutu, bir yandan masada kurucu olmadığını gösterirken öte yandan masanın devamlılığı hususunda ilk aşama geçildiği andan itibaren en parlak aktörlerden olmak için sırasını beklediğine işaret etmektedir.