İlim öğrenmenin gayesi nedir? Bir insan neden ömrünün 15-20 yılını bir derslikte veya bir hocanın dizinin dibinde geçirir? Bu sorulara birçok cevap verilebilir. Ama verilecek cevapların hepsi iki ana nedenin temellerini oluşturur. Bu iki ana sebepten birincisi rızık temin etmek, diğeri de belli bir alana duyulan ilgi ve meraktır. İnsanların bir kısmı bunlardan yalnızca biriyle motive olurken her iki gerekçeyle motive olanlar da mevcuttur. Peki ama tahsil edilen ilimle rızık elde etme umudu yoksa ve o ilme herhangi bir merak da duymuyorsanız neden o ilmi okumaya devam edersiniz? İşte yüzbinlerce gencimizin çözülmesi gereken bir problemi.
Hz. Peygamber’in birçok hadisi ve Kur’an’ın birçok ayeti Müslümanları ilim öğrenmeye teşvik etmiş, toplumu cehaletten ve onun zararlarından korumaya çalışmıştır. Müslümanlar da tarih boyunca Hz. Peygamber’in uyarılarını dikkate alarak cami merkezli tedrisatı asla bırakmamışlardır. Allah’a şükürler olsun ki İslâm tarihinde yaşanan birçok badireye rağmen İslâmi ilimler sahasında kaleme alınan eserler ve serdedilen fikirlerin büyük bir kısmı günümüze kadar sapasağlam gelebilmiştir. Bu başarı, Hz. Peygamber döneminde temeli atılan sağlam bir ilmi faaliyetler silsisilesinin neticesidir. Hz. Peygamber’in Medine’ye yerleştikten sonra kısa sürede inşa ettiği mescid esas olarak Müslümanların hep birlikte ibadetlerini eda etmeleri için inşa edilmişse de o dönemin şartları gereği toplumun ihtiyaç duyduğu birkaç vazifeyi daha deruhte etmekteydi. Bunlardan biri de yoksulluklarından dolayı mescitte yatıp kalkan bazı muhacirlerin ilim öğrenmeleriydi. Ashâb-ı Suffe denilen bu gençler Hz. Peygamber’in tayin ettiği bazı öğretmenler tarafından verilen derslerle Kur’an öğreniyor, ayetlerin nüzul sebeplerini birbirlerine öğretiyor ve hadis tedrisinde bulunuyorlardı. Bu okuldan birçok âlim sahâbî yetişmiş ve Müslümanlara ışık tutmuşlardır. Ashâb-ı Suffe’den olan sahâbîlerin bu ilimleri tahsil etmeleri neticesinde umdukları bir dünyalık yoktu. Tamamen manevî bir motivasyon kaynağı ile hareket ediyorlardı. Hatta Recî’ ve Bi’rimaûne facialarında olduğu gibi herhangi bir maddi karşılığı olmaksızın son derece tehlikeli bazı vazifeleri üstlendikleri ve bu uğurda canlarını feda ettikleri de görülmekteydi. Yine de bu zorluklar Ashâb-ı Suffe’ye olan ilgiyi azaltmıyor bilakis burada ilim tahsil edenlerin sayısı her sene artıyordu.
Gelelim günümüze…Bugün Türkiye’de insanların üniversite eğitimine olan alakası, bu yönde gençlerin istekli olması arzulanan seviyenin oldukça üzerindedir. Bu cümle ile başlayan bir paragrafın oldukça olumlu bir çıkarımlarla devam etmesi gerekir. Ancak ne yazık ki gençlerin üniversiteye yerleşmeye duydukları ilginin bilimsel faaliyetlere de duyulan ilgiye de yansıdığını söylemek mümkün değildir. Bu durumun birçok nedeni olabilir. Ben burada kendi tanıklık ve tecrübelerimden edindiğim izlenimleri aktaracağım. Elbette başka hoca ve öğrencilerimiz bunlara benim gözden kaçırdığım veya şahit olmadığım başka maddeler de ilave edeceklerdir.
Öncelikle asla atanamayacağını düşündüğü bir bölüme yerleşen öğrencilerin ilmi bir çaba içine girmesini beklemek ne yazık ki çoğu kez gerçekçi bir beklenti olmamaktadır. Eğer öğrencinin tahsil ettiği ilme özel bir merakı ya da yüklediği özel bir anlam yoksa kısa bir süre içinde geleceğine dair taşıdığı kaygılar nedeniyle motivasyonu zayıflamakta hatta girdiği dersler ve verdiği sınavlar bir angaryaya dönüşmektedir. Angarya olarak görülen bir ilim tahsilinin de faydalarının çok az olacağı ve beklenen verimin sağlanamayacağı ortadadır. Oysa İslâm tarihinde ilim talebelerinin ilk örneklerine bakıldığında ilme olan iştiyakları ve yaptıkları işe duydukları saygının onları bütün dünyayı aydınlatacak bir medeniyeti inşa edecek insanlara dönüştürdüğünü görmekteyiz.
Başlanan bir işin sürdürülmesi, kaliteli olması ve kemale erdirilmesi tamamen motivasyonla alakalıdır. Dediğimiz gibi öğrenci, okuduğu alanın geleceğine yapacağı maddi katkıyı düşünerek pekâlâ motive olabilir. Günümüz Türkiye’sinde bu motivasyon özellikle sağlık ve fen bilimleri alanında oldukça güçlü bir şekilde kendini belli etmektedir. Örneğin bir tıp bölümünde ya da gelecek kaygısı olmayan güncel tabirle “garantili” bir bölümde okuyan öğrencilerin taşıdığı özgüveni onlarla yaptığınız kısa bir konuşmada bile fark etmeniz mümkündür. Böyle öğrencilerin zihinsel olarak da rahat olduğunu ve mesleklerine katkıda bulunma potansiyellerinin yüksek olduğunu söylenebilir. Hele bu maddi motivasyon, ülkemiz ve ümmet için beslenecek duygularla beslenirse geleceğimiz için ideal bir ilim adamı yahut mühendisin yetişmesinin ilk adımları sağlam bir şekilde atılmış olur.
Sosyal bilimlerde ise günümüz için konuşacak olursak öğrencilerin gözünde bir pırıltı görmekten uzağız. Zira son yıllarda artan mezun sayıları öğrencilerin istihdam konusunda ümitsizliğe düşmelerine yol açmaktadır. Bir yandan gelecekle ilgili en temel insani isteklerle ilgili hayaller kurarken, diğer yandan bunların nasıl sağlanacağına yönelik karamsarlık ve endişeler, bu öğrencilerin okudukları alana odaklanmalarının önünde ciddi bir engel oluşturmaktadır. Bu anlamda sosyal bilimler alanında okuyanların, meslek garantili branşlarda okuyan öğrenciler kadar zihni bir rahatlığa sahip olmadıklarını söyleyebiliriz. Ne yazık ki huzurlu olmayan ve dolayısıyla bilimsel problemlere odaklanamayan bir zihinden yüksek medeniyet seviyesinde eserler ortaya koyması da beklenmemelidir.
Motivasyon düşüklüğünün bir diğer nedeni de hazır bulunuşluk seviyelerinin arzulanan nitelikte olmayışıdır. Özellikle son yıllarda artırılan üniversite kontenjanlarından dolayı taban puanları düşük birçok gencimizin üniversitelerde karşılaştıkları derslerde başarılı olamayışları bundandır. Başaramadıkları her dersten sonra özgüvenleri daha da azalmakta ve bir sonraki basamaktaki derse daha da yılmış olarak girmektedirler. Üstelik aradan geçen iki üç yılın sonunda birçok öğrenci haklı olarak vazgeçmenin geçirdiği yılların kaybı anlamına geleceğini düşünerek, hoşlanmasa da bu çabayı sürdürmek zorunda kalmaktadır. Peki öğrencilerin yaşadıkları bu psikolojik gerilimlerin ve gelecek kaygısının bir çözümü var mı?
Doğrusu bu problemin kendisi çok yönlü ve çetrefilli bir mesele olduğu gibi çözümü de o kadar çetrefillidir. İşin siyasi, ekonomik, toplumsal birçok yönü bulunmaktadır. Ama kanaatimizce atılacak birkaç adımla bunların bir kısmı hal yoluna konulabilir. Öncelikle üniversite okuyan öğrencilerin gelecek kaygılarını yatıştırmak için Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu kadar kontenjan ayırmakla işe başlamak gerektiği kanaatindeyim. Böylece yıllar içinde üniversite okuma hakkı kazanan bir bireyin istihdamla ilgili bir probleminin olmadığı bir vasata ulaşılmış olur. İkinci olarak üniversite sınavlarının biraz daha özelleştirilmesi ve istisnasız her bölüm için baraj puanlarının getirilmesi yerinde olacaktır. Böylece başarıp başaramayacağını öğrenci üniversiteye kayıt yapıp yıllarını harcadıktan sonra değil henüz üniversiteye kayıt yaptırmadan önce deneyimleme fırsatı bulacaktır. Söz gelimi İlahiyat alanı için üniversite giriş sınavına Arapça ve Temel İslam Bilimleri, Tıp alanı için Sağlık bilimleri ve mühendislikler içinde benzeri şekilde sorular üniversite giriş sınavına dahil edilebilir. Bu soruların öğrencilerin okumak istedikleri alanlar için özelleştirilerek hazır bulunuşluk seviyelerinin yükseltilmesi sağlanabilir.
Bu iki adımın atılması halinde Türkiye’nin gençlerinden azami istifade etmesinin yolu da açılmış olacaktır. Hem sanayi ve ticaret alanında ihtiyaç duyulan genç ve girişimci bir nüfusun atıl bir şekilde yıllar geçirmesinin önüne geçilmiş olacak, hem de üniversitelerin bilim üreten merkezler olarak çok daha efektif çalışması sağlanmış olacaktır. Unutulmamalıdır ki çağımız diploma çağı değil bilgi çağıdır. Bunu ne kadar erken fark edersek dört bir yanı ateşle çevrilmiş memleketimizi geleceğe o kadar iyi hazırlamış olacağız. Zira bu ülkenin geleceğini Ashab-ı Suffe’nin ilme iştiyaklı, atılgan ve manevi motivasyonu yüksek gençleri inşa edecektir.
Emeğinize sağlık saygıdeğer Hocam 👏🏼