Arkeoloji ve Dinler Tarihi Arasında Bir İlişki Kurulabilir mi?

Sesli Makale:

Arkeoloji ve din kelimeleri uzunca bir süre yan yana gelmesi mümkün olmayan kavramlar olarak düşünüldü. Çünkü arkeoloji modern bir bilim olma iddiasıyla daha çok fen bilimleriyle yakın ilişki içerisinde bulundu. Hatta denebilir ki Batılıların antikacılığa ve uygarlığın kökenlerine dair meraklarının sonucu olarak arkeolojinin şekillenmeye başladığı 19. yüzyıldan 1950’li yıllara kadar arkeoloji, geçmiş kalıntıları tasnif ve tasvir eden, bunları prestijli müzelerine kazandırma telaşı içerisinde olan bir alan olarak kalmıştır. Maddi kültür üzerinden uzak geçmişimizi aydınlatmayı vadeden arkeoloji, karmaşık ve çok boyutlu bir görünüm arz eden insan hayatının kimi yönlerini görmezden gelmiştir. Modern insan ile ilkel olarak kodlanan geçmiş dönem insanları arasında duvar ören bu anlayış, evrimci, çizgisel ve ilerlemeci bir tarih anlayışını öngörmüş ve Batılıları insanoğlunun ulaşabileceği zirve olarak ilan etmiştir. Parçacı ve seçmeci bir anlayışla dünya tarihi kurgulanmış böylelikle din sanat gibi hususlar arkeolojinin çalışma alanı dışında bırakılmıştır. Daha çok soyut ve zihinsel bir alana yönelik olduğu düşünülen din, arkeolojik araştırmaların dışında tutulmuştur. Çünkü maddi kültür üzerinden dinin anlaşılamayacağı, arkeolojinin sadece gündelik hayat ve kısmen aile, toplum ve hiyerarşi gibi meselelerde mâlumat verebileceği düşünülüyordu. Bu dönemdeki arkeolojik çalışmalarda dine ya hiç yer verilmiyordu ya da kısmen yer verildiğinde ise din insanlık tarihindeki bir sapma, evrimini tamamlamayan insanların kuruntuları ya da ilerlemenin önünde bir engel olarak sunuluyordu.

Burada hemen şu husus belirtilmelidir ki Kutsal Toprak Arkeolojisi ya da yaygın ismiyle Kitab-ı Mukaddes Arkeolojisi büyük ölçüde söz konusu tartışmaların dışında kalarak varlığını sürdürmüştür. Aslında arkeolojinin ortaya çıkış hikâyesinin Batının ikiz kökenlerinin keşfiyle doğrudan bir ilişkisi bulunmaktadır. Bu kökenlerden ilki dini kökendir ve jeoloji ile ilgili araştırmaların dünyanın yaşı ile ilgili tartışmaları alevlendirmesiyle başlamış ve bu durum Kitab-ı Mukaddes’in verdiği bilgilere kuşku duyulmasına sebep olmuştur. Böylece bir yandan Kitab-ı Mukaddes’teki bilgileri yalanlamak üzere arkeolojiye başvuran araştırmacıların karşısında bir ellerinde mala ve bir ellerinde Kutsal Kitap olan araştırmacılar yer almıştır. Diğer köken ise uygarlığın ortaya çıkışını ve bunun Avrupa’ya ulaşmasının güzergahını tespit etmek üzere bir rol üstlenmiştir. Böylelikle, Kitab-ı Mukaddes’te ismi geçen yerleri ve uygarlığın Avrupa’ya aktarımını açığa çıkarmak için Filistin, Suriye, Mısır ve Irak’da çok sayıda kazı gerçekleştirilmiştir.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan sosyal, siyasal ve ekonomik koşullar arkeoloji üzerinde de etkili olmuştur. Bunun sonucunda eski anlayış yerini Kuzey Amerika’da ortaya çıkan ve Lewis Binford’un (1931-2011) öncülük ettiği Süreçsel Arkeoloji’ye bırakmıştır. Geçmişi bir sistem olarak gören bu anlayışta din ideoloji ile birlikte geçmişin bir parçası olarak kabul edilmiştir. Bunun sonucu olarak 1960’lardan itibaren dinin de arkeolojinin çalışma alanına dahil edilebileceği dillendirilmeye başlanmıştır. Ancak hemen belirtilmelidir ki burada da mezarlıklara, tapınak ve mabetlere hapsedilmiş bir din anlayışı araştırmalara konu edilmiştir. Dinin dar bir alana hapsedilmesinin arka planında Greko-Romen ve Hıristiyan dünya görüşünün önemli bir etkisi bulunmaktadır. Buna göre kutsal ve “din dışı” keskin hatlarla birbirinde ayrılmıştır. Böylece din, normal ve gündelik olandan ayrı tutulmuştur. Batı’nın kendini ve kendi tecrübesini merkeze alarak geçmişi okuma ve inşâ etme çabasının ciddi sorunlar doğurduğu söylenebilir.

Postmodern tartışmalar arkeoloji üzerinde de tesirli olmuş ve arkeolojide Ian Hodder gibi düşünürlerin öncülüğünde Post-Süreçsel Arkeoloji akımını başlatmıştır. Bu yaklaşıma göre arkeolojide yorum ön palana çıkmış, maddi kültür, “bağlam” çerçevesinde ve bir kurgu içerisinde sunulmaya başlanmıştır. Bu durum artık her şeyin arkeolojisinin olabileceği düşüncesini öne çıkarmıştır. Böylelikle özellikle 1990’lardan sonra din arkeolojisi kavramı çerçevesinde tartışmalar başlamıştır.

Arkeolojik düşünce tarihinde dinin tarımın keşfinden sonra Neolitik dönemde ortaya çıktığı fikri hâkimdi. Buna göre tarım öncesi dönemde sürekli hareket halinde olan insanlar hayatta kalma mücadelesi verdikleri için din ve inanç gibi alanlarla uğraşmaya vakit bulamamışlardır. Tarım devrimiyle beraber artı ürün ortaya çıkmış böylece toplumun bir kesimi besin ihtiyacını karşılamak üzere çalışırken diğerleri din, sanat ve zanaat gibi alanlarda uzmanlaşmışlar ve böylelikle kurumsal dinler ortaya çıkmıştır. Oysa Göbekli Tepe gibi arkeolojik alanlar bu paradigmaları geçersiz kılmıştır. Tarımın keşfine dair genel kabul gören dönemden öncesine tarihlenen Göbekli Tepe’nin de dâhil olduğu Taş Tepeler, erken dönemlerden itibaren insanın zengin bir anlam dünyasına ve din anlayışına sahip olduğunu göstermiştir. Hatta insanlığın en erken evresi olarak kabul edilen Yontma Taş Çağı’nda Altamira ve Chauvet mağaralarında bulunan resimler, dinin tarihinin çok daha eskilere dayandığını işaret etmektedir. Böylelikle insanın yerleşik hayata geçmek bir yana henüz tarihin çok erken evrelerinden bu yana dinin mevcut olduğunu ortaya koymaktadır.

Bu durum aslında dinler tarihi açısından dinin kökenini ya da ilk ortaya çıktığı anı tespit etmenin imkânsızlığını ve anlamsızlığını işaret etmektedir. Çünkü din bilinç sahibi olan insan ile var olmuş ve günümüzde de insan ve toplum üzerindeki etkisini sürdürmektedir. Nitekim bu hususta dinin insanlığın modern öncesi dönemine ait bir yanılsama olduğu ve artık son bulacağını öngören sekülerleşme teorileri önemini yitirmiştir.

Ayrıca günümüzde yaygın olan dünya dinlerinin kimi özelliklerinin de geçmiş dönem inançlarını anlama hususunda önemli katkıları olacağı muhakkaktır. Söz gelimi son dönemde İslam arkeolojisi üzerine yapılan çalışmalar sanılanın aksine İslam özelinde dinin belli bir alana hapsedilemeyeceğini ve hayatın birçok alanını etkileyerek inşa ettiğini göstermiştir. Böylece dinin izinin gündelik hayattan savaşa, ticaretten mimariye birçok alanda maddi kültür üzerinden takip edilebileceğini ortaya koymuştur. Bu hususta din arkeolojisi alanında çalışan Timothy Insoll gibi araştırmacıların da belirttiği gibi İslam’ın bu avantajlı durumu göz önünde bulundurularak geçmiş dönem inançları hakkında daha doğru yorumlar geliştirmek mümkündür.

Dinler tarihi ile arkeoloji arasında kurulacak olan ilişki, arkeologların maddi kültürü daha geniş bir perspektiften yorumlamasını sağlayacaktır. Söz konusu iki disiplin arasında birçok ortak kavram ve bunların şekillendirdiği konu bulunmaktadır. Dinler tarihi cephesinde büyük ölçüde açıklığa kavuşan ya da sadece tarihsel bir döneme işaret eden kavram ve konular arkeoloji açısından tartışılmaya devam etmektedir. Bu hususta sözgelimi ilkel, Şamanizm ve ritüel gibi 19. yüzyıldan miras alınan bagajı yüklü birçok kavramın anlaşılması hususunda dinler tarihi önemli bir rol üstlenebilir.

Arkeoloji ile temas kurması Dinler Tarihine yeni bir dünyanın kapısını aralayacaktır. Dinler tarihi disiplini insanlığın din tecrübesini ağırlıklı olarak Mezopotamya dinleri ve Hinduizm ile başlatır. Oysa tarihöncesi dönem olarak adlandırılan dönemde çok sayıda inanç ve uygulama bulunmaktadır. Modern Dinler Tarihinin erken dönemlerinde, tarihöncesi olarak adlandırılan dönem dinleri çokça tartışılmasına rağmen sonraları Max Müller’in karşılaştırmalı filolojisi merkeze alınmıştır. Böylece maddi kültür adeta bir kaynak olmaktan çıkarılmış ve dolayısıyla yazı öncesi olarak adlandırılan dönem inançları arkeolog ve antropologların çalışma alanına terk edilmiştir. Arkeoloji ile kurulacak temas neticesinde bu inançlar dinler tarihinin de zengin müktesebatıyla yorumlanarak yeni bir boyut kazanacaktır. Böylelikle din arkeoloji disiplinlerarası bir alan olarak belirmektedir. Son sözü yazının başlığında yer alan soruyu doğrudan cevaplayarak bitirelim. Arkeoloji ile dinler tarihi arasında bir ilişki kurulabilir. Hatta denilebilir ki bu ilişki kurulmadan geçmişin doğru anlaşılması ve dolayısıyla geleceğin sağlam temeller üzerinde inşa edilmesi mümkün değildir.