Arap Ülkeleri İsrail’e Gerçek Bir Bedel Ödetecek mi?
7 Ekim 2023’teki Hamas saldırısından bu yana geçen neredeyse iki yıl boyunca, Ortadoğu’nun karşı karşıya olduğu en büyük soru şu oldu: Hangi koşullar, baskılar ya da tavizler bir araya gelirse, bölge bu şiddet sarmalından kurtulabilir? İsrail’in, Hamas liderlerine yönelik olarak Doha’da gerçekleştirdiği benzeri görülmemiş saldırıya yanıt olarak düzenlenen bu haftaki acil Arap-İslam zirvesi, bu soruya olası yanıtlar vaat etti.
15 Eylül’de bölgesel güçler Doha’da bir araya geldiğinde, beklenti olmasa bile, İsrail’e karşı daha sert bir tutum sergilenmesi ve Gazze’de bir ateşkes sağlanmasına yönelik bir formül üzerinde uzlaşılması yönünde umutlar vardı. Zirve, katılımcı ülkelerin belirli bir askerî ya da ekonomik eylem çağrısında bulunmamış olması nedeniyle kaçırılmış bir fırsat olarak değerlendirildi; ancak bu buluşma, gelecekte yaşanabilecekler adına bir tohum ekmiş oldu.
Son iki yıl içinde İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, kendi ulusal güvenlik tanımına göre en iyi yolun diplomatik müzakerelerden kaçınmak ve hem ülkesini hem de kendi siyasi geleceğini güvence altına almak için askerî yöntemlere başvurmak olduğuna karar verdi. Bu, İsrail’in açık bir meşru müdafaa kapsamında Hizbullah, Husî ve İran güçlerini bombalamasını gerektirdi. Ancak aynı zamanda İsrail’in Suriyelileri bombalamasına ve Gazze Şeridi’ni yok etmesine de yol açtı. İsrail hükümeti, on binlerce sivilin ölümüne neden olan ve bir Filistin devletinin kurulmasını engelleyen adımları pekiştiren bir politikayı hayata geçirdi. Ayrıca, hayatta kalan ve sayıları giderek azalan İsrailli rehinelerin hâlâ tutsak kalmasını da sağladı.
Bu arada, iki farklı ABD başkanı, kalıcı bir ateşkes sağlama yönündeki umutları defalarca boşa çıkardı. Sonuçta, ABD de Irak ve Suriye’de İran destekli milislere saldırılar düzenledi, İran’ı bombaladı ve Yemen’deki Husî’lere yönelik saldırılarını artırdı (daha sonra durdurdu); tüm bunlar olurken Netanyahu’ya Gazze ve Batı Şeria’da serbestçe hareket etme imkânı tanıdı. ABD politikaları, çözümün bir parçası olabilecekken, çoğu zaman sorunun bir parçası olarak görülüyor. ABD Başkanı Donald Trump’ın, göreve başladığı Ocak ayında Gazze’de bir ateşkesi zorla sağladığını ve Haziran ayında İsrail-İran düşmanlıklarının sona ermesine katkıda bulunduğunu unutmayın.
Bu yıkıcı çatışmalar sürerken, Hamas Gazze halkının çoğunluğunun desteğini kaybetti, Arap devletlerinin çoğundan silahsızlandırılması yönünde kamuoyu baskısıyla karşı karşıya kaldı ve İsrail Savunma Kuvvetleri’nin (IDF) amansız saldırıları sonucu neredeyse yok edildi. İki yıllık çatışmanın ardından Hamas, bölgedeki askerî desteğinin neredeyse tamamını yitirdi ve son zamanlarda çatışmayı sona erdirmek üzere nihai bir anlaşmaya hazır olduğunu belirten birçok açıklamada bulundu.
İsrail’in askerî başarıları, İsrail Savunma Kuvvetleri’ne (IDF) önemli ölçüde manevra serbestisi sağlamıştır. Ancak zamanla, İsrail’in savaşı yürütme biçimine yönelik uluslararası eleştiriler artmış; bu eleştiriler, çeşitli boykotları, uluslararası hukuku ihlal eden İsraillilere karşı açılan davaları ve Filistin devletini tanımaya yönelik ulusal taahhütleri de kapsar hâle gelmiştir. ABD’nin İsrail’e verdiği destek, hem Kongre’de hem de seçmenler nezdinde –özellikle Demokratlar ve bağımsızlar arasında– eşi benzeri görülmemiş bir düşüş yaşamıştır. Rehinelerin tamamının serbest bırakılmasına yönelik bir anlaşmaya İsrail iç kamuoyunun verdiği destek güçlü kalmaya devam ederken, askerî liderler IDF yedek askerleri arasında yorgunluk ve moral bozukluğu yaşandığına dair uyarılarda bulunmuştur.
Buna rağmen, İsrail’in Doha’ya yönelik pervasız ve yaygın şekilde eleştirilen saldırısına kadar bu gidişatın, Netanyahu zafer ilan edene dek, bölgesel direnişin çok sınırlı kalmasıyla sürmesi muhtemel görünüyordu. Ancak bu saldırı, denklemi değiştirmiş olabilir.
Tehlikede, utanç içinde ve zayıflamış
Amaçlanan hedefler ne olursa olsun, Doha saldırısının sonuçları büyük ölçüde üç kategoriye ayrılabilir:
Birincisi, İsrail’in saldırısı ateşkes müzakerelerini tehlikeye attı (belki de sona erdirdi); zira müzakerelere ilgi duymadığınızı göstermenin en hızlı yolu, müzakere ortaklarınızı öldürmeye çalışmaktır. Müzakerelerin sona ermesi ise Gazze’deki rehineleri, Gazze’de yaşayan Filistinlileri ve İsrail’in uluslararası itibarı ile konumunu daha da tehlikeye atmaktadır.
İkincisi, bu saldırı, saldırıya onay vermediğini açıklayan Trump’ı utandırdı. Kendi vatandaşlarını ve misafirlerini koruyamayan Katar hükümetini utandırdı. İsrail, bölgedeki ortaklarını —özellikle Abraham Anlaşması ülkelerini— utandırdı. Ayrıca saldırının belirgin bir başarı sağlayamaması da İsrail açısından bir utanç kaynağıdır.
Üçüncüsü, saldırı uluslararası hukuku zayıflattı. Körfez bölgesinde bir ortak ve koruyucu olarak ABD’nin konumunu zedeledi. Ve İsrail’in Abraham Anlaşması ülkeleriyle ve bölgedeki diğer ortaklarıyla kurduğu diplomatik güveni sarstı.
Doha saldırısına yönelik sert ve neredeyse evrensel düzeydeki kınamalar, bu olayın İsrail’in kibri ve bölgedeki hegemonyasının seyrini değiştirebilecek bir dönüm noktası olabileceğini düşündürdü.
Bu değişimi ABD yönlendirmeyecektir. Netanyahu’nun, NATO üyesi olmayan ancak ABD için değerli bir müttefike yaptığı saldırı, Trump’ı; selefi Başkan Joe Biden’dan başlayarak, Başkan George H.W. Bush’a kadar uzanan, hayal kırıklığına uğramış başkanlar zincirine ekledi. Hiçbiri bölgeyi sürekli şiddet döngüsünden kurtaramadı ve dünya, Trump’ın bunu başaracağını da beklememelidir. Dışişleri Bakanı Marco Rubio’nun Arap-İslam zirvesiyle aynı gün İsrail’e gerçekleştirdiği ziyaret, bu toplantıya karşı güçlü bir küçümseme mesajı verdi.
Bununla birlikte, bölge ülkeleri artık İsrail’in şiddetini sınırlandırmak için ellerinde bir koz bulunduğunu kavramaya başlıyor. Zirvenin bildirisi, bu kozu kullanma konusunda hâlâ tereddüt ettiklerini açıkça ortaya koydu.
Son iki yıldır İsrail, Arap ortaklarından dikkate değer bir destek gördü. Arap ülkelerinin sessiz yardımı olmadan İsrail, kendini bu denli etkili bir şekilde savunamaz ya da düşmanlarını bu kadar kesin biçimde alt edemezdi. Arap ülkeleri, İran’ın füzelerine karşı savunma sağlamaya, İsrail savaş uçaklarına hava sahalarını açmaya ve Gazze’deki büyük sivil kayıplara rağmen artan ekonomik ve yatırım bağlarını sürdürmeye istekliydiler.
Mısır, Fas, Bahreyn ve benzeri ülkelerde —ifade özgürlüğüne izin verilen yerlerde— İsrail karşıtı gösteriler düzenlendi. Bu tür ifadelere izin verilmeyen ülkelerde ise insanlar çevrimiçi açıklamalar ve daha ihtiyatlı itiraz yollarına başvurdu. ABD’nin müttefiki olan bir ülkeye yönelik saldırının ardından, İsrail’in Arap ortakları artık olumlu ilişkilerinin bir tür ılımlılaştırıcı güç olduğu iddiasını inandırıcı biçimde sürdüremez. Katar’a yapılan saldırıyı oybirliğiyle kınamaları, hem İsrail’in “savunma” tanımına karşı ne kadar savunmasız olduklarının hem de kamuoyundaki öfkenin farkında olduklarının göstergesidir.
Artan baskı
Türkiye, İsrail’e gerçek maliyetler yüklemek adına ilk büyük adımları attı. Bu adımlar arasında, tüm ekonomik ve ticari ilişkilerin kesilmesi ile geçen ay İsrail askerî uçaklarına hava sahasının kapatılması yer alıyor. Bu ay ise Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), İsrail’in Batı Şeria’yı ilhak etmesinin bir “kırmızı çizgi” olacağını belirtti ve İsrailli firmaların Kasım ayında düzenlenecek olan Dubai Airshow’a katılımını yasakladı. Duyurudan bir haftadan kısa bir süre sonra, Washington Post, ilhak meselesinin İsrail hükümetinin gündeminden çıkarıldığını bildirdi.
BAE’nin bu şekilde kamuoyu önünde diplomatik gücünü ortaya koyması alışılmadık bir durumdu; ancak hem İsrail’e hem de Amerika Birleşik Devletleri’ne, Süleyman’ın Özdeyişleri kitabındaki şu hikmetli sözleri hatırlatan önemli bir uyarıydı: “Kibir yıkımdan önce gelir, gururlu bir ruh da düşüşten önce.”
ABD’nin hareketsizliğine rağmen, BAE’nin attığı bu adımlar, bölgenin artık daha güçlü bir diplomasiye başvurmaya hazır olabileceğini gösteriyor; ancak BAE’nin Doha saldırısına verdiği tek somut yanıt şu ana kadar yalnızca İsrail’in büyükelçi yardımcısını çağırmak oldu. Abraham Anlaşması ülkelerinin ekonomik ve gerekirse diplomatik bağları kesme olasılığı, hem Netanyahu hem de Trump yönetimleri için bölgede barışı daha hızlı sağlamak ve Gazze’de “ertesi gün”e ulaşmak adına güçlü bir teşvik olabilir.
Abraham Anlaşması ortakları ile İsrail arasındaki ticaret hacmi güçlü ve artış eğiliminde; ancak diplomatik ilişkiler İsrail için çok daha değerli olabilir. İsrail’in, kendi bölgesinde meşruiyet ve kabul görme yönünde yeni bir dönemi müjdeleyen bu ilişkileri kaybetmesi, İsrail toplumunun psikolojisi açısından yıkıcı bir darbe olacaktır. Bu aynı zamanda, 2020’de anlaşmaların imzalanmasına öncülük eden Netanyahu ve Trump için de büyük bir siyasi gerileme anlamına gelir.
İlişkilerin kesilmesi gerekmeden de tehlikenin farkına varılması ve önlenmesi mümkündür; nitekim İsrail’in BAE’nin “kırmızı çizgi” açıklamasına verdiği tepki bunu kanıtlamıştır. Arap liderlerin tek yapması gereken, amaçlarının ciddiyetini açıkça ifade etmektir.
Netanyahu, zirvenin nihai bildirgesinden şüphesiz memnun olmuş ya da rahatlamış olabilir; ancak bölge halkının bundan memnun kalması pek olası değildir. Her ne kadar bildirinin yirmi beş maddesi belirli askerî veya ekonomik eylem çağrısı içermese de, on beşinci madde; “İsrail’in Filistin halkına yönelik eylemlerini sürdürmesini önlemek” amacıyla, devletlere yaptırımlar uygulamaları, silah satışlarını askıya almaları ve diplomatik ilişkileri yeniden gözden geçirmeleri yönünde çağrıda bulunmaktadır. Belgenin bütünü, devletlerin daha fazla zorlanmaları hâlinde hangi yönde hareket edeceklerine dair açık bir uyarı niteliğindedir.
Eğer saldırı altındaki İsrail’e yönelik somut dayanışma jestleri yeterli değilse —eğer on binlerce Arap kardeşin öldürülmesi karşısında harekete geçmemek yeterli değilse— o hâlde artık her zamanki gibi iş yapmama zamanı gelmiş olabilir.
* Gina Abercrombie-Winstanley, Atlantik Konseyi’nin Orta Doğu Programları bünyesindeki Scowcroft Orta Doğu Güvenlik Girişimi ile Scowcroft Strateji ve Güvenlik Merkezi’nde seçkin bir üyedir. Abercrombie-Winstanley, Amerika Birleşik Devletleri’nin Malta Cumhuriyeti Büyükelçisi olarak görev yapmış; ayrıca Dışişleri Bakanı’nın Orta Doğu ve Afrika Özel Yardımcısı olarak hizmet vermiştir. Orta Doğu’daki görevleri arasında Gazze Şeridi’nde seçim gözlemciliği yapmak ve Suudi Arabistan’da bir diplomatik misyonu yöneten ilk kadın olarak toplumsal cinsiyet eşitliğini desteklemek yer almaktadır.