Arap Aşiretler Süveyda’da; Milliyetçilik Yeniden Doğarken
13 Temmuz’da Suriye’nin güneyinde Dürziler ile Sünni Araplar arasında patlak veren son gerilim, yalnızca yerel bir çatışma olmaktan çıkarak bölgesel aşiret mobilizasyonunu tetikleyen daha geniş ölçekli bir krize dönüştü. Sünni Araplara destek amacıyla, Suriye’nin yanı sıra komşu ülkelerdeki birçok aşiretin silahlı mensupları Süveyda’ya doğru harekete geçti. Onlarca aşiret lideri, Sünni Araplarla açık dayanışma beyanında bulunurken, İsrail’in olası müdahale tehdidine rağmen on binlerce silahlı aşiret üyesinin bölgeye intikali, çatışmanın etnik, mezhebi ve aşiretsel boyutlarını derinleştiren önemli bir gelişme olarak öne çıktı.
Suriye’nin güneyinde Dürziler ile Sünni Araplar arasında patlak veren son gerilim, sadece yerel bir etnik-dinsel çatışma olarak değil, aynı zamanda bölgesel siyasal eğilimleri anlamak açısından da kritik bir veri olarak değerlendirilebilir mi? Bu gerilimi gerekçe göstererek Suriye’deki Arap aşiretlerinin Dürzilere karşı Sünni Araplara destek olmak için seferberlik ilan etmesi ne anlama geliyor? Dahası, yalnızca Suriye içindeki değil, Lübnan, Ürdün ve Körfez gibi bölgelerdeki Arap aşiretlerinin de bu pozisyonu desteklemesi, meseleyi lokal bir çatışmanın ötesinde Arap dayanışmasının etnik-milliyetçi bir hat üzerinden yeniden mobilize olduğunu gösterir mi?
Bu yazı, Arap toplumlarının İsrail’in Filistinlilere yönelik soykırıma varan sistematik saldırılarına karşı sergilediği görece sessizliğe karşın, Suriye’nin güneyinde Dürziler ile Sünni Araplar arasında yaşanan gerilime verdiği güçlü tepkiyi analiz ederek, bölgesel siyaset açısından anlamlı bir kırılmaya işaret etmeyi amaçlıyor. Bu bağlamda yazıda, Ortadoğu ve İslam dünyasında uzun yıllar kitleleri mobilize eden “İslami dayanışma” ilkesinin zemin kaybetmeye başladığını, buna karşılık etnik, mezhebi ve bölgesel kimliklere dayalı yeni bir “milliyetçilik” dalgasının yeniden güç kazandığının altı çizilecektir. Yazıda Suriye’nin güneyinde patlak veren Dürzi-Sünni Arap gerilimi, bu dönüşümün son ve çarpıcı örneklerinden biri olarak ele alınacak ve kimlik temelli siyasal mobilizasyonun değişen doğasına ışık tutulacaktır.
Ortadoğu’da Kitlesel Politik Aktivizm İdeolojileri
I.Dünya Savaşı sonrasında Ortadoğu bölgesi, kitlesel siyasal mobilizasyonun ideolojik zeminini oluşturan güçlü bir dalgayla sarsıldı: Sosyalist Arap milliyetçiliği. Bu ideoloji, özellikle 1950’li ve 60’lı yıllarda Arap dünyasının siyasal yönelimini şekillendiren başat düşünsel akım haline geldi. Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdülnasır liderliğinde yükselen bu ideoloji, yalnızca anti-emperyalist bir direniş hattı oluşturmakla kalmadı, aynı zamanda Arap halkları arasında sosyal adalet, bağımsızlık ve birlik temelli bir siyasal vizyonun taşıyıcısı oldu. Nasır’ın karizmatik liderliği etrafında şekillenen bu “sosyalist milliyetçilik”, Arap uluslarının Batı müdahalesine karşı kendi kaderini tayin hakkını savunmasını ve bölgesel dayanışmanın “Arap Birliği” adı altında kurumsallaştırmasını amaçlıyordu.
1967 Arap-İsrail Savaşı, yalnızca askeri bir hezimet değil, aynı zamanda sosyalist Arap milliyetçiliği ideolojisine olan teveccühü derinden sarsan bir dönüm noktası oldu. Bu savaşta Arap ordularının İsrail karşısında uğradığı ağır yenilgi, Cemal Abdülnasır liderliğinde yükselen sosyalist Arap milliyetçiliğine duyulan güveni ciddi şekilde zayıflattı. Nasır’ın 1970’teki ölümüyle birlikte ideolojik liderliğin de ortadan kalkması, Arap milliyetçiliğinin bölgesel siyaset üzerindeki etkisini giderek daha da azalttı.
1970’li yıllardan itibaren Arap dünyasında ortaya çıkan yeni toplumsal ve siyasal dinamikler, bu boşluğu dolduracak başka bir ideolojik zeminin ortaya çıkmasına yol açtı: İslamcılık. Özellikle Körfez ülkelerinde petrole dayalı zenginliklerin artmasıyla birlikte, hem Suudi Arabistan gibi muhafazakâr statükocu rejimlerin ideolojik ihracı, hem de İran İslam Devrimi sonrasında yükselen devrimci Şii İslamcılık, bölgedeki siyasal söylemlere ve kitlesel mobilizasyona yön veren iki ana İslamcı damar haline geldi.
Bu dönemde İslamcı ideolojiler, Arap milliyetçiliğinin başaramadığı ölçekte kitleleri seferber etme kapasitesine ulaştı. İster Suudi Arabistan’ın Vahhabi temelli pan-İslamist söylemi, isterse İran’ın devrimci ve anti-emperyalist Şii İslamcılığı olsun, her iki ideolojik çizgi de “ümmet” kavramı etrafında şekillenen “İslami dayanışmayı” ön plana çıkardı. Bu durum, özellikle 1980’li ve 1990’lı yıllarda Afganistan’dan Lübnan’a, Sudan’dan Filistin’e kadar pek çok coğrafyada siyasal hareketlerin ve silahlı direniş yapıların referans noktası haline geldi.
Böylece, Arap milliyetçiliğinin zayıfladığı bir dönemde İslamcılık, bölgede kitlesel mobilizasyonun temel ideolojik kaynağı haline geldi, halklar nezdinde adalet, direnç ve özgürlük taleplerinin taşıyıcısı olarak meşruiyet kazandı. Filistin meselesi ise hem sosyalist Arap milliyetçiliği hem de İslamcılık açısından ortak bir sembol ve kitlesel mobilizasyonun temel kaynağı oldu. Arap dünyasında emperyalizme direnişin, İslam dünyasında ise ümmet bilincinin simgesi olarak görülen Filistin meselesi 2020’li yıllara kadar bölgedeki en geniş ve etkili toplumsal seferberlikleri tetikleyen ana unsur olmayı sürdürdü.
7 Ekim Sonrası Arap Kamuoyunun Sessizliği ne Anlama Geliyor?
2020’li yılların başlarından itibaren, bir yandan İsrail’in Filistin coğrafyasındaki sistematik şiddet politikalarını artırdığı, diğer yandan ise Arap dünyasında Filistin davasının önceliğini yitirdiği bir sürece tanıklık ettik. Bazı Arap rejimlerinin İsrail ile normalleşme adımları atması, bazı Arap toplumlarının ise bölgesel istikrarsızlık ve iç sorunlar nedeniyle içine kapanarak Filistin meselesine karşı duyarsızlaşması, bu dönüşümün temel dinamikleri arasında yer alıyor. Ayrıca Arap Baharı sürecinde yaşanan başarısızlıklar ve bölgesel kutuplaşmalar, uzun yıllar İslami dayanışma söylemi etrafında şekillenen Filistin davasının Arap dünyasındaki ideolojik ve siyasal meşruiyetini zayıflattı. Bu bağlamda, Filistin meselesi hem Arap rejimlerinin politik gündeminde hem de Arap halklarının kolektif bilincinde giderek arka plana itilmeye başladı.
Filistin meselesinin Arap siyasi elitleri ve Arap toplumları nezdindeki önceliğini büyük ölçüde yitirdiğini gösteren en çarpıcı gelişme, 7 Ekim sonrasında İsrail’in özellikle Gazze’de ve genel olarak tüm Filistin topraklarında işlediği soykırım suçlarına karşı Arap dünyasında gözlemlenen zayıf ve dağınık tepkidir. İsrail’in iki yıla yaklaşan süre zarfında tüm dünyanın gözü önünde insanlık tarihinin gördüğü en büyük soykırım suçunu işlemesi karşısında Arap halklarının büyük kısmının göreli bir sessizlik içinde kalması, sadece Filistin davasının Arap dünyasındaki eski merkezi konumunu kaybettiğine işaret ediyor. Bu toplumsal ve siyasal kayıtsızlık, Filistin meselesinin artık Arap kamuoyunda birleştirici bir dava olmaktan uzaklaştığını ve bölgesel önceliklerin değiştiğini açık biçimde ortaya koymanın ötesinde, “İslami dayanışma” zemininde kitlesel aktivizmin de dikkat çekici bir biçimde zayıfladığını ortaya koyuyor.
Arap Aşiretlerinin Seferberliği Bölgesel Siyasette Anlamlı bir Kırılmaya İşaret Eder mi?
Öncelikle belirtmek gerekir ki, Filistin meselesi her ne kadar Arap dünyasının ortak bir meselesi olarak görülse de, esasen “İslami dayanışma” vurgusuyla şekillenmiş bir sorundur. Filistin ve Kudüs’ün İslam dünyası açısından taşıdığı dini ve sembolik anlam, bu meseleyi bölgesel siyasal gündemde özel bir konuma taşıyor. Özellikle 1980’li yıllardan itibaren Filistin siyasetinde seküler Arap güçlerin etkisinin azalarak, İslamcı hareketlerin ön plana çıkması, Filistin davasının İslami dayanışma temelli olarak algılanmasının güçlenmesine zemin hazırladı. Bu dönüşüm, Filistin meselesinin bölgedeki siyasi ve toplumsal mobilizasyonlarda İslami kimliğin merkezi bir referans haline gelmesine katkı sağladı
Dürziler ile Sünni Araplar arasında son dönemde yaşanan gerilimde Arap aşiretlerinin gösterdiği yüksek düzeyde seferberlik, Arap dünyasının Filistin meselesine yönelik göreli kayıtsızlığıyla birlikte ele alındığında, bölgesel siyasette anlamlı ve çarpıcı bir kırılmanın ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Zira Filistinliler de etnik olarak Arap kimliğine mensup olmalarına rağmen, İsrail’in uzun süredir yürüttüğü sistematik şiddet ve soykırım politikalarına karşı benzer bir aşiret temelli kitlesel seferberlik gözlemlenmedi.
Bu durum, yarım asırdır bölgede güçlü bir ideolojik yönelim olan “İslami dayanışma” söyleminin giderek zemin kaybettiğini, bunun yerine etnik ve mezhebi temelli kimliklerin belirleyici hale geldiğini gösteriyor. Dürzi-Arap geriliminde gözlemlenen aşiret mobilizasyonu, bir anlamda aşiretlerin kendilerine yakın gördüğü mezhebi ve etnik referanslara göre pozisyon aldığını ve bu doğrultuda harekete geçtiğini göstermesi açısından oldukça dikkat çekici. Bu da demografik yakınlık, yerel rekabet dinamikleri ve tarihsel hafızadaki düşmanlıkların, küresel ya da ümmet temelli davalara göre çok daha güçlü bir seferberlik motivasyonu oluşturduğuna işaret ediyor.
Dolayısıyla sorulması gereken soru şudur: Neden Filistin için değil de Dürzilerle yaşanan çatışma için bu denli hızlı ve yaygın bir mobilizasyon gerçekleşti? Bu sorunun yanıtı, bölgede kimlik siyasetinin dönüşümünde aranmalı. Filistin meselesi zamanla “yıpranmış” ve araçsallaştırılmış bir dava haline gelirken, Dürzi meselesi gibi daha yerel, tarihsel olarak daha doğrudan hissedilen çatışmalar, aşiret kimlikleriyle daha kolay özdeşleşilen alanlar sunuyor. Böylece, “İslami dayanışma” söylemi yerine, aşiret merkezli etnik-milliyetçi reflekslerin ön plana çıktığı yeni bir siyasal dönemden söz etmek mümkün hale geliyor.
Bölgede, Arap Baharı sürecinde İslamcı hareketlerin halkın beklentilerini karşılamakta zorlanması, kitleler nezdinde İslami dayanışmaya yönelik teveccühün zayıflamasına yol açmıştır. Her ne kadar 2010’lu yılların başlarında başlayan sokak hareketlerini doğrudan İslamcılar başlatmamış olsa da, bölgedeki en örgütlü toplumsal yapı olan Müslüman Kardeşler hareketi, sürecin ilerleyen aşamalarında bu isyanların başlıca aktörlerinden biri hâline gelmişti. Ancak aradan geçen on beş yıla rağmen sokak isyanlarının bölgeye siyasi istikrarsızlık, ekonomik zorluklar, toplumsal yıkım ve can kayıplarından başka bir şey getirmemesi, hem sokak hareketlerinin meşruiyetini hem de bu hareketlere liderlik eden ve İslami dönüşüm iddiasında bulunan İslamcı yapıların itibarını önemli ölçüde sarstı.
Suriye’nin güneyinde Dürziler ile Arap aşiretleri arasında yaşanan son çatışma, bölgesel siyasette yalnızca lokal bir güvenlik sorunu değil, kimlik temelli siyasal mobilizasyonun geçirdiği dönüşümün de açık bir göstergesi olarak okunmalıdır. Bu kriz, uzun yıllardır Ortadoğu siyasetini belirleyen “İslami dayanışma” söyleminin yerini giderek daha fazla “etno-milliyetçi” reflekslere bıraktığını gösteriyor. Özellikle Filistin meselesine kıyasla, daha sınırlı ve yerel gibi görünen bir Dürzi-Sünni Arap çatışmasında aşiretler arası geniş çaplı bir seferberliğin gerçekleşmiş olması, bu dönüşümün geldiği noktayı açıkça ortaya koyuyor. Dolayısıyla, bölgede yükselen yeni kimlik siyasetinin doğru anlaşılabilmesi için hem İslamcılığın ideolojik gerilemesi hem de Arap milliyetçiliğinin yeni biçimlerde yeniden doğuşu dikkatle analiz edilmelidir. Bu dönüşüm yalnızca Suriye için değil, Lübnan, Ürdün ve Körfez başta olmak üzere tüm Arap coğrafyasındaki siyasal hareketliliklerin geleceği açısından da belirleyici olacaktır.
İran ile İsrail arasında 12 gün süren çatışmaların ardından düzenlenen Muharrem matem merasimlerinde “vatan” kavramının Şiiliğin önüne geçecek şekilde öne çıkarılması ve Suriye Devlet Başkanı Ahmed eş-Şara’nın açıklamalarında sürekli olarak “vatanı savunma” söylemini kullanması, evrensel İslami dayanışma ilkesinin yerini giderek daha fazla ulusal/millî söylemlere bıraktığını ortaya koyan gelişmeler olarak okunmalıdır. Bu durum, mezhebi ve dini temelli birlik çağrılarının, özellikle bölgesel güvenlik krizleri bağlamında, milliyetçi söylemler karşısında zemin kaybettiğini gösteren dikkat çekici bir örnektir.