Arap-Amerikalılar ve 5 Kasım ABD Seçimleri
ABD’de 5 Kasım 2024 günü gerçekleşecek seçimlerde Arap-Amerikalıların verecekleri oylar, hangi adayın Amerikan Başkanı olarak seçileceği konusunda neredeyse anahtar rol oynayacak. Bu yüzden Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump ile Demokrat başkan adayı Kamala Harris, Arap-Amerikalı seçmenlerin desteğini kazanmak için büyük çaba harcıyorlar.
Arap kökenli Amerikalı seçmenlerin daha çok Michigan eyaleti başta gelmek üzere Demokratlar ile Cumhuriyetçilerin kafa kafaya geldikleri salıncak eyaletlerde veya çekişmeli eyaletlerde seçimlerin genel sonuçları üzerinde tarihi bir rol oynayacakları tahmin ediliyor. Çünkü, salıncak eyaletleri kazanan adayların ABD Başkanı seçilme ihtimalleri daha kuvvetli.
Amerika’da başkanlar 538 kişiden oluşan Seçiciler Kurulu tarafından seçiliyorlar. Her eyalette seçmenler, eyaletin nüfus oranına göre sayıları belirlenen Seçiciler Kurulu için oy kullanıyorlar. O eyalette en çok oyu alan başkan adayı bütün delegeleri kazanmış oluyor. Eyaletlerde her iki yerleşik partinin ayrı ayrı oluşturulmuş delege listeleri oy sandığında yer alıyor.
Bu seçim sisteminde adaylardan herhangi biri ülke genelinde rakibinden çok daha az oy alsa bile ABD Başkanı seçilebiliyor. Nitekim 2016’daki seçimlerde Demokrat aday Hillary Clinton, ülke genelinde Cumhuriyetçi rakibi Donald Trump’tan 2 milyon 800 bin oy fazla aldığı halde başkan olamadı.
Adaylardan birinin ABD Başkanı seçilebilmesi için 538 kişilik Seçiciler Kurulu’ndan en az 270’inin oyunu alması gerekiyor. Trump, 2016’da Seçiciler Kurulu’nun 304 oyunu alarak başkan seçildi. Clinton ise 270 oyun altında kaldığı için başkanlık yarışını kaybetti. Dolayısıyla bu sistem, Arap-Amerikalıları, önemi nüfuslarını aşan bir “oy grubu” haline getiriyor.
Arap-Amerikalılar uzun bir süredir siyasi tercihlerini Demokratlardan yana kullandılar. Michigan eyaleti, ABD’de Arap-Amerikalıların en yoğun olarak ikamet ettikleri bir eyalet. Bu eyalette 400 bine yakın Arap-Amerikalının yaşadığı tahmin ediliyor. Bu yüzden kullanacakları oylar son derece kıymetli.
Michigan’da 2000, 2004, 2008 ve 2012 seçimlerini Demokrat başkan adayları kazandı. Trump ise 2016’da Michigan’ı yaklaşık 11 bin oy farkla kazandı. Joe Biden ise 2020 seçimlerinde Michigan’ı 154 bin oy farkla kazandı. Eyaletteki Arap- Amerikalılar Joe Biden’ın kazanmasında önemli rol oynadılar. Bu rol, Biden’a Michigan eyaletindeki 15 Seçiciler Kurulu delegesi kazandırıyordu.
2020 seçimlerinde Biden, Michigan, Wisconsin ve Georgia’da Trump’tan yaklaşık 187 bin oy fazla aldı. Bu üç eyaleti Trump kazansaydı, ikinci kez başkan seçilmiş olacaktı. Michigan, Wisconsin ve Georgia Seçiciler Kurulu’nda Biden’a toplam 41 altın delege kazandırmıştı. Bu üç eyalet Biden’ı Beyaz Saray’a taşıyordu.
2020 seçimlerinde yaklaşık 155 milyon civarında oy kullanıldı. Biden ülke genelinde Trump’tan 7 milyondan fazla oy aldı. Ancak Biden’ın kritik eyaletlerden Michigan, Wisconsin ve Georgia’da Trump’a 187 bin oy fark atması diğer eyaletlerdeki milyonlarca oydan çok daha değerliydi.
5 Kasım 2024 seçimlerinde de aralarında Michigan, Wisconsin ve Georgia’nın da yer aldığı 7 eyalet kritik rol oynayacak. Bu rol hem Trump, hem de Kamala Harris için geçerli. Trump’ın başkan seçilmesi için bu kritik eyaletlerde 51 Seçici Kurul delegesi kazanmak durumunda. Keza Kamala Harris’in başkan seçilmesi için aynı eyaletlerde 41 delege kazanması gerekiyor. Bu son derece hassas denge Arap-Amerikalıları ve diğer Müslüman seçmenleri öne çıkarıyor.
GAZZE SEÇİM SANDIKLARINDA
2024 seçimlerinde İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırım ve ABD’nin İsrail’e koşulsuz askeri, mali ve diplomatik desteği de oy sandıklarında yer alacak. Çoğu Lübnanlı, Suriyeli ve Filistinli Arap-Amerikalı seçmenler, Biden yönetiminin İsrail’e verdiği desteğe tepki gösteriyorlar. Biden’ın Gazze’de ateşkes sağlamaması Arap- Amerikalıları Demokratlara yabancılaştırdı.
İsrail’in Gazze’ye yönelik ayrım gözetmeyen bombardımanlarını silah sevk etmek suretiyle kolaylaştıran Biden yönetimine karşı Amerika’daki yüz binlerce üniversite öğrencisi ayağa kalktı. Arap-Amerikalılar, Amerikalı diğer Müslümanlar, siyahi gençler, anti-siyonist genç Yahudiler ve genç Demokratlar, Biden yönetiminin İsrail’e silah sevkiyatını durdurması ve Gazze’de kalıcı ateşkes için protesto gösterileri yaptılar. Diğer bir yandan İsrail soykırımı ABD Kongresi’ndeki Demokratları da neredeyse ikiye böldü.
Bu yaygın protestolar ve tepkiler, Biden yönetiminin İsrail’e verdiği desteği sona erdirmediyse bile Demokratların genç tabanlarında büyük bir duygusal kırılmaya yol açtı. Biden, Michigan gibi Arap-Amerikalıların yoğun olduğu eyaletlere yaptığı gezilerde şiddetle protesto edildi. Protesto gösterilerinde en fazla dikkat çeken sloganlardan biri ise “Soykırım Joe” idi. Demokrat Parti ön seçimlerinde yüz binlerce kişi Biden’ın başkan adaylığını reddetti. Biden’ın başkan adaylığından çekilmesinde bu kitlesel protestolar da rol oynadı.
Demokratların yeni başkan adayı olarak sahneye çıkan ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris ise yer yer eleştirse bile İsrail’e silah sevkiyatını durdurmayı düşünmediğini söylemesi Arap-Amerikalıları daha da kırılganlaştırdı.
19 Ağustos–22 Ağustos günleri arasında Chicago’da gerçekleşen Demokrat Parti Kurultayı’nda Hamas tarafından rehin alınan bir İsrailli-Amerikalı aileye konuşma hakkı tanınırken, aynı hakkın yakınları İsrail tarafından Gazze’de katledilen Filistinli- Amerikalı ailelere tanınmaması Arap-Amerikalılara büyük bir hayal kırıklığı yaşattı. Binlerce kişi Demokrat Parti Kurultayı’nın yapıldığı binanın önünde kurultay yönetimini protesto etti.
Yapılan anketlerse Arap-Amerikalılar arasında Kamala Harris’e destek oylarının azaldığı yönündeydi. Joe Biden-Kamala Harris yönetiminin İsrail’e koşulsuz silah desteğini sürdürmeye devam etmesi Arap-Amerikalıları oy kullanmamaya veya önemli bir kısmının Yeşil Parti adayı Jill Stein gibi üçüncü parti adaylarına oy vermeye yöneltiyor. Jill Stein, Demokrat Parti’ye oy verebilecek bir seçmen kesimine hitap ediyor. Jill Stein ayrıca Demokrat Parti’den kaçan diğer oyları alma potansiyeline de sahip. Dolayısıyla Jill Stein’e giden oylar, Demokratlara ve Kamala Harris’e zarar verecek.
İki partili Amerikan seçim sistemi, Jill Stein dahil olmak üzere üçüncü parti adaylarının veya bağımsız adayların başkan seçilmesine imkan tanımıyor. Bu yüzden üçüncü parti veya bağımsız adaylara giden oylar daha çok yerleşik iki partinin politikalarından duyulan hoşnutsuzlukları simgeliyor.
Kamala Harris’in kampanya yöneticileri Michigan’daki Arap kökenli seçmenleri ikna etme girişimlerini sürdürüyorlar. Ancak Gazze’de ateşkes sağlanmaması ve Harris’in İsrail’e askeri desteği koşullara bağlayacağını ilan etmemesi durumunda Arap- Amerikalıların pozisyonlarını değiştirmeleri beklenmiyor. Bu sebeple Harris’in kampanyası Michigan’da çok zor durumda.
“Arab News Research and Studies Unit ve YouGov”un eylül ayı sonlarında yaptığı bir ankete göre Arap-Amerikalılar arasında Kamala Harris’i Donald Trump’tan iki puan kadar geride gösteriyor. Buna göre Arap-Amerikalıların yüzde 45’i Donald Trump’ı, yüzde 43’ü ise Kamala Harris’i destekliyordu.
“Amerikan-İslam İlişkileri Konseyi” tarafından ağustos ayı sonunda yapılan bir ankete göre ise Michigan’daki Müslüman seçmenlerin yüzde 40’ı Yeşil Parti adayı Jill Stein’ı desteklerken, yüzde 18’i Donald Trump’ı, yüzde 12’si ise Kamala Harris’i destekliyor. Bu oranlar Demokratlar için çok ciddi bir uyarı işareti.
Çoğu siyasi tahminciye göre, Harris’in Trump’ı yenmesi için Michigan’ı kazanması gerekiyor. Ancak bu eyaletteki Arap-Amerikalılar’ın Biden yönetimi’nin İsrail politikasından duyduğu hoşnutsuzluk Demokratlar için aylardır büyük bir potansiyel sorun olarak kendini gösterdi. Kamala Harris’in başkanlık kampanyasıysa bu sorunu göğüslemekte yetersiz kaldı.
ABD’DE DÖRT MİLYON ARAP-AMERİKALI YAŞIYOR
Arap-Amerikalı nüfusunun 3.5 ile 4 milyon arasında olduğu tahmin ediliyor. 2.5 milyondan fazla Arap-Amerikalınınsa seçmen kaydının bulunduğu belirtiliyor. Bu rakam “siyahiler”, “Hispanikler” ve “Asya-Amerikalılar” gibi diğer ırk ve etnik gruplara kıyasla az görünse bile kritik eyaletlerde son derece önem arz ediyor. Arap olmayan Müslümanlar da bu rakama ilave edildiğinde ABD’de göz ardı edilemeyecek bir siyasi nüfus ortaya çıkıyor.
Onlarca yıldır göz ardı edilen, görülmeyen, nüfus sayımlarında kimliklerine yer verilemeyen, dışlanan, ayrımcılığa maruz bırakılan Arap-Amerikalıların tarihi ise bir hayli geriye gidiyor. Gelin biraz da bu tarihe bir göz gezdirelim.
ARAP DÜNYASINDAN ABD’YE İLK GÖÇ DALGASI
Arap dünyasından Amerika’ya farklı zamanlarda gerçekleşen dört büyük göç dalgası yaşandı. Göç dalgasının ilki 19. yüzyılın sonlarına doğru, Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altındaki Arap memleketlerinden gerçekleşti. 1880’lerden 1920’lerin ilk yarısına kadar çoğu Irak, Suriye, Lübnan, Filistin ve Ürdün’den olmak üzere yaklaşık 100 bin kişi Birleşik Devletler’e göç etti.
Lübnan’ın dağlık bölgelerinde ipek üretimi için yetiştirilen dut ağaçlarında görülen bir hastalık, sektörün çökmesine neden olmuş ve birçok ipek çiftçisinin başka ülkelerde
iş aramasına yol açmıştı. Bu erken dönem göçler, Arap-Amerikan toplumunun ilk nüvesini teşkil ediyordu. 1900 yılı başlarında neredeyse her eyalette küçük bir Arap topluluğuna rastlanabiliyordu.
Otomobil sektöründe iş bulmak için Arap Hristiyan ve Müslüman göçmenler, Ford Motor Şirketi’nin merkezinin bulunduğu Michigan eyaletindeki Dearborn kentine yöneldiler. Diğerleriyse 1912’deki tekstil işçilerinin son derece eşitsiz ve adaletsiz iş koşullarına isyan ettikleri “Ekmek ve Gül Grevi’nde (Bread and Roses Strike)” önemli rol oynadıkları Lawrence, Massachusetts gibi şehirlere gittiler. Arap-Amerikalılar Michigan işçi sınıfının parçası oluyordu.
30 Ocak 1912 günü, Lawrence şehrinde, aralarında Lübnanlı müzisyenlerin de bulunduğu kalabalık bir grup, şarkı söyleyen grevci işçilere eşlik etmek üzere toplanmıştı. Lübnanlı grup arasında kornet müzik aleti kullanan 16 veya 17 yaşındaki Suriyeli John Ramey de yer alıyordu. Grev sırasında katledilen üç işçiden birisi, Amerikalı milislerce sırtından süngülenen John Ramey’di.
ABD HÜKÜMETİ 1924’TE GÖÇLERE IRK KOTASI KOYDU
1880’lerde başlayan bu göç dalgası, Amerikan hükümetinin 1924’te Batı Avrupa ve Kuzey Avrupa dışındaki ülkelere kota uygulaması sebebiyle durdu. Yirminci yüzyılın büyük bir bölümünde Amerika Birleşik Devletleri’ne göçler, 1924 “Johnson-Reed Yasası”nın ırksal kota sistemi tarafından şekillendirildi.
Bu yasa, kontenjanların yüzde 70’inden fazlasını Kuzey-Batı Avrupa kökenli göçmenlere ayırarak ABD’de ırksal homojenliği korumayı amaçlıyordu.
Beyaz üstünlükçü Cumhuriyetçi Partili Senatör David Reed, tasarıyı savunmak için New York Times’da ‘erime potası Amerika’sının’ ‘sona erdiğini’ gururlu bir dille ilan etti. Reed, yasayı bağnazca savunurken şu ifadeleri kullanıyordu:
“Amerika’nın şu andaki ırksal yapısı böylece kalıcı hale gelmiştir. Nüfusumuzun bileşimi, gelecek on yıllarda, 1885 ile Dünya Savaşı’nın patlak vermesi arasında değiştiği şekilde değişmeyecektir. Bundan sonra göçümüzün yüzde 75’inin Kuzeybatı Avrupa’dan geleceği doğrudur; ancak bunun böyle olması adildir, çünkü şu anda burada bulunan bizlerin yüzde 75’i kökenimizi aynı ülkelerden gelen göçmenlere borçluyuz.”
Temsilciler Meclisi üyesi Albert Johnson ve Senatör David Reed tarafından hazırlanan göç yasası, Batı Avrupa ve Kuzey Avrupalı göçmenlerin ABD’nin kurucu topluluklarıyla daha uyumlu olacağını savunuyorlardı.
Beyaz üstünlükçü bir öz içeren bu yasa, ABD’nin iki partili müesses nizamının “Beyaz-Anglo-Sakson Protestan (WASP)” olarak etiketlenen siyasal ve kültürel elitler tarafından sıkı bir şekilde kontrol edilmesini sağlamaya yönelikti.
Bu yönüyle yasa, ırkçı bir karakter taşıyordu. Sadece Araplar ve Asyalılar değil, Güney Avrupa’dan İtalyan Katolikler ve Doğu Avrupa’dan Polonyalı Katolikler bile Johnson-Reed Yasası’nın göç kotaları dışında bırakılıyorlardı.
Johnson-Reed Yasası, Amerika’da yaşayan ancak henüz vatandaş olmayan diğer göçmenlerin hayatlarını ziyadesiyle zorlaştırdı. Yüz binlerce göçmen bir anda yasa dışı göçmen kategorisine alınıyordu. Irksal kotalara dayanan yasa, Almanya’da Nazi lideri Adolf Hitler’in ise övgüsünü kazanıyordu.
Dönemin ABD Başkanı Calvin Coolidge tarafından 4 Mayıs 1924’te imzalanan Johnson-Reed Yasası, Amerika’nın Güney ve Doğu Avrupa’dan gelen yeni göçmenler tarafından boğulmakta olduğu düşüncesinden hareketle hazırlanmıştı. Dolayısıyla yasa, Amerikan göç politikasının temeli olarak ırksal ve mezhepsel köken kotalarını içermekteydi. O dönemde ABD’de milyonlarca üyesi olan beyaz ırkçı terör örgütü “Ku Klux Klan” da “Johnson-Reed Yasası”nın en sert ve en aktif destekçileri arasında yer alıyordu.
ABD Başkanı Donald Trump, 2017’de İran, Suriye, Libya, Yemen, Somali, Çad ve Kuzey Kore vatandaşları için ABD’ye seyahat yasağı koymuş, diğer yandan da Afrika ülkelerini aşağılayan açıklamalar yapmıştı. 1924’te de Cumhuriyetçi vekillerden Albert Johnson, Güney Avrupa ve Doğu Avrupa’dan gelen göçmenleri “pis, Amerikan karşıtı ve çoğu zaman tehlikeli” ilan etmişti. Arap-Amerikalılar için Trump’ın seyahat yasağı ve hakaretleri, adeta geçmişe doğru hareket eden bir zaman tünelini gözler önüne getiriyordu.
BEYİN GÖÇÜNE İZİN ÇIKTI
Beyaz Avrupalı merkezli Johnson-Reed Yasası’nın göç sistemi, kırk yılı aşkın bir süre yürürlükte kaldı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise Amerika Birleşik Devletleri, Arap ülkelerinden gelen göçmenlere bazı istisnalar yapmaya başladı. İstisnalar, “beyin göçü” olarak da anılan doktorlar, bilim insanları, mühendisler ve ihtiyaç duyulan diğer meslek sahiplerini kapsıyordu. Bu “beyin göçü” dalgasının bir sonucu olarak Suriye, Lübnan, Filistin, Ürdün, Mısır ve Irak gibi Arap ülkelerinden çok sayıda eğitimli insan ABD’ye yerleşti.
Diğer bir istisnaysa Filistinli mültecilerle ilgiliydi. Filistin’de 1940’ların sonunda yerlerinden edilen yüz binlerce Filistinlinin bir kısmının başka ülkelere sığınmasına sebebiyet verdi. 1953’teki Mülteci Yardım Yasası ise 2 bin Filistinli ailenin ABD’ye göç etmesine imkan tanıdı. ABD ayrıca 1950’lerin sonu ve 1960’ların başında yaklaşık bin Filistinli aileyi daha kabul etti.
Amerika Birleşik Devletleri’nde 1924 tarihli Johnson-Reed Yasası’nı kaldırmak için birçok siyasi girişimler vardı. Bu girişimler ABD Başkanı John Fitzgerald Kennedy (JFK) döneminde hız kazandı. Kennedy’nin 1963 yılında bir suikast sonucu hayatını kaybetmesiyle bu girişimler bir süreliğine askıda kaldı.
1965 yılında ABD Başkanı Lyndon Johnson yönetiminin, Senatör Philip Hart ve Kongre Üyesi Emanuel Celler tarafından sunulan “Göçmenlik ve Vatandaşlık Yasası” nı kabul etmesiyle birlikte “köken kotası sistemi” ortadan kaldırıldı.
3 Ekim 1965’te ABD Başkanı Lyndon Johnson, New York limanındaki “Özgürlük Heykeli”’nin dibinde düzenlenen törenle “Hart-Celler Yasası”nı imzaladı. Johnson, törende yaptığı konuşmada “Johnson-Reed Yasası”na atıf yaparak ulusal köken kotalarının kaldırılmasının Amerikan adaletinin dokusundaki çok derin ve acı verici bir
kusuru onardığını, Amerikan ulusunun davranışlarındaki acımasız ve kalıcı bir yanlışı düzelttiğini söyleyecekti.
KÜLTÜR SAVAŞLARI VE ARAP GÖÇMENLER
1965 tarihli “Hart-Celler Göçmenlik ve Vatandaşlık Yasası”, Arap ülkelerinden de ABD’ye yeni bir göç dalgasının yaşanmasını sağladı. Böylece Amerika Birleşik Devletleri’ne yasal göç akışı çeşitlenerek genişledi. 1966-1990 yılları arasında, çoğu Kuzey Afrika ve Ortadoğu’dan olmak üzere çeşitli Arap ülkelerinden yaklaşık 400 bin kişi daha ABD’ye göç etti. Amerikan nüfus yapısının yanı sıra, siyasi ve kültür yapısını da köklü bir biçimde değişime uğratan bu yasa, herkese eşit muamele vaat etmesine rağmen fiiliyatta belirli göçmen kategorileri arasında ayrımcılık yapıldığını da ortaya koyuyordu.
Amerikan nüfus yapısının köklü biçimde değişmesiyle birlikte “beyaz üstünlükçü” çevrelerde göçmen karşıtı bir siyasi gündem daha fazla öne çıkmaya başladı. Göçmenler, Amerika’daki kültür savaşlarının ayrılmaz bir parçası oldu. Genel olarak Demokratlar “göçmen dostu” bir siyasi eğilimi takip ederken, Cumhuriyetçilerse “göçmen düşmanı” bir çizgi izliyorlar.
11 Eylül 2001’de hava korsanları tarafından kaçırılan iki uçağın New York’ta Dünya Ticaret Merkezi’nin bulunduğu İkiz Kulelere, diğer bir uçağınsa Virginia’daki Pentagon binasına çarptırılmasının ardından Müslüman göçmenlere yönelik nefret suçlarında olağanüstü bir artış yaşandı.
Arap kökenli Amerikalılar 11 Eylül’den sonra artan şekilde ayrımcılığa uğradılar. Arap- Amerikalılara ve mülkiyetlerine yönelik nefret söylemi giderek arttı. İstihdam açısından da ayrımcılığa maruz bırakılan Arap-Amerikalılar, yeterince kamu hizmeti alamazken okullarda, üniversitelerde fiziksel ve sözlü hakaretlere de muhatap oldular. Diğer yandan, FBI’ın Arap karşıtı nefret suçlarının hedefi haline gelen Müslümanları “Latin olmayan etnik grup” olarak sınıflandırmasıysa dikkat çeken bir diğer garabettir.
11 Eylül 2001 saldırılarından sonra, Arap ülkelerinden yeni göç etmiş 16 yaşından büyük erkek Müslümanların yıllık fotoğraf ve parmak izi kontrolüne tabi tutulması, Arap-Amerikalıların ülkede istenmediklerini hissetmelerine neden oldu. Okullar ise, öğrencilerin bilgi formlarında kimliklerini Arap-Amerikalı olarak seçmelerine nadiren izin veriyordu. Bu durum, kağıt üzerinde milyonlarca Arap-Amerikalının yokmuş gibi görünmelerine yol açtı. Arap-Amerikalıların gündelik hayatlarındaki fiili gerçeklikler, ABD’deki tarihi geçmişlerini göz ardı etmekle kalmıyor, diğer yandan bu büyük nüfusu sürekli “yabancı” olarak resmediyordu.
NÜFUS SAYIMLARINDA BİLE SAYILMADILAR
Bugün Arap-Amerikalılar, ABD’nin tüm eyaletlerinde yaşamakta olup, üçte ikisi 10 kadar eyalette ikamet ediyor. Bu eyaletler, California, Florida, Illinois, Michigan, New Jersey, New York, Ohio, Pennsylvania, Texas ve Virginia.
“Arap Amerikan Enstitüsü”nün verilerine göre Arap-Amerikalıların üçte biri Los Angeles, Detroit ve New York’ta yaşıyor. Arap-Amerikalılar, ABD’de yaşayan
Müslümanlar arasında yüzde 25 ile üçüncü sıradalar. İlk iki sıradaysa Güney Asyalılar ile Afrika-Amerikalı Müslümanlar yer alıyor.
Arap-Amerikan nüfusunun yaklaşık üçte birini oluşturan en büyük grupsa Lübnanlılar. Michigan eyaletindeki Dearborn ilçesi ise ülkenin en büyük Arap-Amerikalı yüzdesine sahip bir şehir. 110 bin nüfuslu Dearborn ilçesinin belediye başkanıysa Demokrat Parti’li Abdullah Hammoud. Lübnan asıllı Hammoud, Dearborn şehrinin ilk Müslüman belediye başkanıdır.
Resmi bir kategori olarak nüfus sayımlarında yer almadıkları için Amerika Birleşik Devletleri’nde ne kadar Arap-Amerikalının yaşadığı konusunda farklı rakamlar veriliyor. “Arap Amerikan Enstitüsü” verilerine göre ise Arap-Amerikalılar, Arap dünyasının her yerinden gelen 3.7 milyonluk bir kitledir.
ABD’nin kuruluşundan bu yana yapılan her nüfus sayımı, ırk ve etnik köken hakkında sorular sordu. Nüfus sayımlarında sayılmayan gruplar arasında Arap-Amerikalılar da yer alıyor. Arap-Amerikalılar, nüfus sayımlarında “yukarıdakilerin hiçbir” seçeneğini işaretlemek durumunda bırakıldılar. Beyaz ve siyahlardan sonra en popüler tercih “yukarıdakilerin hiçbiri” idi. Arap-Amerikalılar, “hiçbiri olmaktan” son derece rahatsızlık duyuyorlar.
1985’te Arap-Amerikan topluluğunun siyasi ve politika araştırma kolu olarak hizmet vermek amacıyla, Washington DC’de kurulan “Arap Amerikan Enstitüsü”, Arap- Amerikalılar hakkında doğru verileri yakalamanın bir yolu olarak nüfus sayımı formuna “Orta Doğu ve Kuzey Afrika” veya “MENA” etnik kategorisinin dahil edilmesini savunuyordu. Arap-Amerikalıları tam olarak tanımlamayan bu öneri bile Trump yönetimi tarafından rafa kaldırılmıştı.
Bu girişimler amacına ancak 2023’te ulaşabildi. 27 Ocak 2023’te Beyaz Saray Yönetim ve Bütçe Ofisi (OMB), nüfus sayımına Orta Doğu ve Kuzey Afrika (MENA) kategorisinin ekleneceğini duyurdu. 28 Mart 2024’teyse MENA onay kutusu eklemek için ırk ve etnik köken standartları revize edildi. ABD’de nüfus sayımı on yılda bir yapılıyor. Bir sonraki nüfus sayımıysa 2030’da yapılacak.
Yaklaşık 150 yıldır Amerika’da yaşayan Arap-Amerikalılar için bu düzenleme son derece gecikmiş bir işlem. Kapsamı Ortadoğu ve Kuzey Afrika ile sınırlı tutuluyor olsa bile 2030’daki sayım gerçekleştiğinde Arap-Amerikalıların nüfusunun daha kesinlik kazanması bekleniyor. Böylece Arap-Amerikalılar “Latin olmayan etnik grup” olarak etiketlenmekten de kurtulmuş olacaklar.
Öte yandan, ABD Başkanı Joe Biden, 25 Nisan 2021’de, Arap-Amerikan toplumunun ve Arap dünyasının doğru bir imajını desteklemek amacıyla kurulan ulusal medya kuruluşu “Arab America” ile “Arab America Foundation”a yazdığı mektupta Nisan ayı’nı “Ulusal Arap-Amerikan Mirası Ayı” olarak tanıdığını bildiriyordu. İlk kez bir ABD Başkanı, 150 yıllık tarihi olan Arap-Amerikalıları federal düzeyde kültür grubu olarak tanıdığını resmen beyan ediyordu.
ARAP-AMERİKAN SİVİL TOPLUMU ATAKTA
“Arap Amerika Vakfı (AAF)”, 2019 yılında kurulan kar amacı gütmeyen bir eğitim ve kültür kuruluşudur. Yüz yıl önce, Arap-Amerikalı yazar, şair ve filozof Halil Cibran, “Al
Rabitah–The Connection” adlı bir örgüt kurmuştu. Amacı, Arap mirasını tanıtmak ve korumak için yazarları, gazetecileri ve sanatçıları istihdam etmekti. Cibran’ın 1931 yılındaki vefatından sonra akamete uğrayan “Al Rabitah” hareketi, 2021 yılında amacına ulaşacaktı.
“Arab America”, “Arab America Foundation” ve “Arap Amerikan Enstitüsü” ile “Arap Amerikan Ulusal Müzesi (The Arab American National Museum)” dahil olmak üzere ABD’de Arap-Amerikalıları temsil eden 1500’den fazla sivil kuruluş veya örgüt bulunuyor. Etnik, dini, siyasi, kültürel ve eğitim odaklı bu örgütlerin büyük bir kısmı son yirmi yıl içinde faaliyete geçirilmişlerdi.
“Arab America” adlı dijital haber sitesinin yazarlarından Ghassan Rubeiz, “Axios” haber sitesine yaptığı bir açıklamada, Arap-Amerikalıların artık sivil haklar grupları ve kar amacı gütmeyen kuruluşlarla daha gelişmiş bir altyapıya sahip olduğunu söylüyordu. Ghassan Rubeiz, Gazze’de yaşanan katliamların, Arap-Amerikalılar hakkındaki klişeler gibi bazı temel meseleleri ele almak için tarihi bir fırsat sunduğunu da ayrıca sözlerine ekliyordu.
ARAP-AMERİKALILAR HER YERDELER
Bugün Amerika Birleşik Devletleri’nde göz ardı edilemeyecek ölçekte ve nitelikte Arap-Amerikalı nüfus yaşıyor. Arap-Amerikalılar ekonomi, teknoloji, tıp, bilim, spor, eğitim, mutfak kültürü, sinema, müzik, diğer bütün sanat dallarında ve sektörlerde göz dolduruyorlar.
Sinema oyuncuları Ömer Şerif, Rami Malek, Salma Hayek, Tony Shalhoub, Wentworth Miller III, Kathy Najimy, Danny Thomas, jeolog Farouk El-Baz, 1986’da eşiyle birlikte Pennsylvania’daki evlerinde katledilen Prof. İsmail Raci El-Faruki, Nobel ödüllü bilim adamları Dr. Elias Corey ile Dr. Ahmed H. Zewail’in yanı sıra radyocu Casey Kasem, Apple’ın kurucularından Steve Jobs ve eski Indiana Valisi Mitch Daniels gibi ünlü isimler de Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşayan Arap- Amerikalılar arasında yer alıyorlar.
Dünyaca ünlü kalp cerrahı ve kalp pompasının mucidi Dr. Michael DeBakey, 1908’de ABD’nin Louisiana eyaletinde dünyaya gelmişti. Dr. DeBakey, 1900’lerin başında Lübnan’dan Amerika Birleşik Devletleri’ne göç eden bir aileye mensuptu. Keza 1883’te dünyaya gelen şair Halil Cibran, 1895’te ailesiyle birlikte ABD’ye göç eden Lübnanlılar arasındaydı. 1935’te Filistin Mandası’nın altındaki Kudüs’te doğan Prof. Edward Said’in annesi Lübnanlı, babasıysa Filistinliydi. Edward Said, Filistin davasının ünlü savunucuları arasındaydı.
HİÇBİR ŞEY ESKİSİ GİBİ OLMAYACAK
Nüfusları milyonları bulmasına rağmen siyaset kurumları tarafından dikkate alınmamaları, Arap-Amerikalıların dile getirdikleri şikayetler arasında ilk sıralarda yer alıyor. ABD’de yerleşik iki partinin İsrail’e koşulsuz destek konusunda neredeyse tam mutabakat içinde olmaları, buna karşın Arap-Amerikalılardan gelen taleplere kulak vermemeleri ciddi bir sorun.
“Arap Amerikan Enstitüsü”nün kurucusu ve başkanı Dr. James Zogby ise onlarca yıldır siyasi adayların Arap-Amerikalı grupların desteklerini geri çevirdiğini ve siyasi
katkılarını iade ettiğini, ancak yaklaşan seçimlerin sonuçları üzerinde etkili olabilecek yeni bir siyasallaşmış nüfusun bunu değiştirdiğini söylüyordu. Amerikan toplumunun derin bir şekilde bölünmüş ve kutuplaşmış olması, Arap-Amerikalıları değerli kılmaya başlamıştı.
Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşayan yaklaşık 4 milyonluk Arap-Amerikalı nüfus, yekpare bir siyasi ve kültürel bütünlük arz etmese bile etkisini hissettirmeye başladı. ABD’de seçimlerin her iki parti için varoluşsal bir önem taşıması, Arap-Amerikalıları giderek daha da öne çıkarıyor. Biden yönetiminin İsrail’e sorgusuz sualsiz askeri desteği ısrarla sürdürmesi ise Arap-Amerikalıları daha etkili ve daha aktif bir grup olmaya yönlendiriyor.
ABD Kongresi’nde Arap-Amerikalılar hariç, beyaz olmayan Amerikalılar grup olarak temsil ediliyorlar. Senato ve Temsilciler Meclisi’nden oluşan ABD Kongresi’nde siyahi Amerikalılar (Congressional Black Caucus – CBC), Hispanikler/Latinler (Congressional Hispanic Caucus – CHC), Asya-Pasifik Amerikalılarsa (The Congressional Asian Pacific American Caucus – CAPAC) olarak faaliyetlerde bulunuyorlar. Bu gruplar, ait oldukları toplulukların özel gündemlerini ABD Kongresi’nde dile getirme ve ilerletme gücüne sahipler.
Halihazırda Amerikan Kongresi’nde üçü Demokrat, üçü Cumhuriyetçi olmak üzere altı Arap-Amerikalı/Kuzey Afrikalı üye yer alıyor. Bunlar arasında ABD Kongresi’nde Michigan’ı temsil eden Kongre üyesi Rashida Tlaib de yer alıyor. ABD Kongresi’ndeki Demokratların ilerici sol kanat grubunun da üyesi olan Rashida Tlaib, Filistin/Batı Şeria kökenli Arap-Amerikalıdır.
5 KASIM SEÇİMLERİ MİLAT OLACAK
ABD Kongresi’nde İsrail’e sorgusuz sualsiz iki partili destek, nüfusları 4 milyona yaklaşan Arap-Amerikan toplumunu siyasi olarak ağırlığını hissettirmek için yeni yollar ve yeni araçlar bulmaya sevk ediyor.
İsrail lobisinin Amerikan siyaseti üzerindeki nüfuzu, Arap-Amerikalıların Demokratlardan ve Biden-Harris yönetiminden beklentilerini boşa çıkardı. 5 Kasım’da Arap-Amerikalılar, tarafsız adaylara veya üçüncü partilere oy vererek yahut oy kullanmaya gitmeyerek Kamala Harris’e cevap verecekler.
ABD destekli İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırım, Arap-Amerikalıları köklü bir biçimde dönüştürmeye başladı. 5 Kasım seçimleri, Arap-Amerikalıların siyasi güçlerini gösterebilmeleri için bir milat olacak gibi görünüyor.
Yaklaşık 150 yıl kadar önce tohumları atılan Arap-Amerikalılar, bir sedir ağacı gibi büyüyerek Amerikan toplumu içerisindeki varlığını sürdürüyor. Sedir ağaçlarının ömürlerinin bin yıl kadar sürebildiği, boylarının kırk metreye, enlerininse iki ila üç metreye kadar ulaşabildiği söylenir.
Lübnan asıllı Arap-Amerikalı şair ve filozof Halil Cibran, 1926’da kaleme aldığı “Suriye Kökenli Genç Amerikalılara” adlı bir eserinde ise şöyle sesleniyordu:
“İşte buradayım. Genç biri. Genç bir ağaç. Kökleri Lübnan tepelerinden koparılmış. Yine de ben burada kök salmış biriyim, ve ürün vereceğim.”