Aptalların Çok Kutupluluğu

Donald Trump, Antifa’dan nefret ediyor. Gece geç saatlerde yayınlanan TV programlarının sunucularından, Demokratların kontrolündeki şehirlerden ve bugüne kadar kendisine mahkemede karşı çıkmış herkesten nefret ediyor. Ekim ayı itibarıyla, üyelerini kendisine oy vermeye zorlamaya çalışmasına rağmen kendisine barış ödülü vermediği için Nobel komitesinden resmen nefret ediyor.

Başkan, kendisine haksızlık ettiğini düşündüğü herkese savaş açtı. Ancak onun intikamlarının bir Venn diyagramı var; takıntılarının çemberinde bir örtüşme mevcut.

Saldırılarını haritalandırın, yalnızca kişisel olanları ve esasen partizanca olanları çıkarın; göreceksiniz ki hepsi liberal uluslararası düzene yönelik derin bir tiksintide birleşiyor. Trump’ın, tam da bu küresel düzenden şahsen fayda sağlamış olması — uluslararası gayrimenkul portföyü, işinin küresel tedarik zincirlerine bağımlılığı, uluslararası hukukun üstünlüğünden elde ettiği kabul görmemiş faydalar — hiçbir şeyi değiştirmiyor.

Barack Obama, George Soros ve Emmanuel Macron gibi “küreselciler” onunla alay ettiler, onu saflarına tam olarak kabul etmediler ve madalya ile ödüller vererek dehasını tanımayı reddettiler. Başkanın çarpık muhasebe defterinde, kendisini üye olarak istemeyen küresel ülke kulübünün kapı bekçileri bedelini ödemelidir.

Trump, liberal uluslararası düzene akla gelebilecek her şekilde saldırdı. Küresel bir ticaret savaşı başlattı. Yoksul ülkelere yönelik ABD insani yardımlarını ortadan kaldırdı ve müttefiklere, sosyal yardım programları ya da dış yardım yerine savaş hazırlıkları için daha fazla harcama yapmaları yönünde baskı uyguladı. Kanada ve Avrupa Birliği’nin Macaristan dışındaki üyeleri gibi liberal müttefiklerle ilişkileri yok etti. Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni (UCM) kapatmaya yönelik çabayla yaptırımlar uyguladı. Vladimir Putin ve Benjamin Netanyahu gibi UCM’yi hiçe sayanları bağrına basarak uluslararası hukuku sevinçle görmezden geldi. Ve Venezuela kıyılarında dokuz teknenin ve Pasifik Okyanusu’nda beş teknenin mürettebatına yönelik yargısız infaz gibi kendi suçlarını da işledi.

Amerika Birleşik Devletleri uzun süredir liberal uluslararası düzenin temel direği olagelmiştir. Dolayısıyla Trump bu temele balyozla saldırdığında, ABD’nin itibarı, gücü ve küresel konumu açısından muhtemelen onarılmaz bir zarar vermektedir. Özellikle siyasi merkeze yakın birçok Amerikalı, ülkenin şu anda kendi kendine açtığı yaralar karşısında dehşete kapılmış durumda.

Ancak başka çevrelerde kutlama var.

Amerika’nın sağ kanadı, uzun zamandır bu ülkenin karasularının ötesinde parıldayan her şeyden nefret ediyor. Birleşmiş Milletler midesini bulandırıyor. Avrupa Birliği, Üçüncü Dünya ve evrensel insan haklarıyla bağlantılı her şey de öyle. Cumhuriyetçi Parti’nin en gerici unsurları, Washington’un uluslararası antlaşmaları onaylamasını engelledi, iklim değişikliği gibi tehditlerle mücadeleye yönelik küresel çabaları baltaladı ve neredeyse her uluslararası kurumun ve birçok milliyetçi hareketin arkasında komünist (ya da İslamcı ya da terörist) komplolar gördüklerini iddia etti. Bu tür sağcılar, tüm yumuşak güç biçimlerini ortadan kaldırarak onun yerine güçlendirilmiş sert gücü ikame etmeye çalıştı. Trump’ın yükselişi, onlara partilerinden geleneksel muhafazakârları zorla uzaklaştırma ve Amerika Önce (America First) pozisyonunu pekiştirme fırsatı sundu.

Sol kanadın bazı unsurları da Trump’ın küreselleşme karşıtlığından memnuniyet duydu. En öngörülebilir destek, başkanın gümrük tarifelerinin Amerikan işlerini koruyacağına inanan sendikalardan geldi. Ancak bazı solcular, şu anda büyük ölçüde kapatılmış olan ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı’nın (USAID) AIDS ilaçlarının ve iklim fonlarının dağıtımı dâhil olmak üzere çalışmalarını, bu ajansın “Amerikan emperyalizminin yıkıcı bir kolu” olma mirası nedeniyle desteklemekte tereddüt gösterdiler. Bazıları ise Trump’la el ele vererek NATO’yu küçümsediler ve Ukrayna konusunda Kremlin’in söylemlerini yinelediler. 2024 seçimleri öncesinde, bazı sıra dışı ilericiler Trump’ı anti-emperyalist olarak bile yanlış değerlendirdi.

Bir zamanlar, maceraperest kuramcılar, komünizm ile kapitalizmin eninde sonunda bir tür demokratik sosyalizm benimseyebileceğini hayal etmişti; zira reform geçiren Sovyetler Birliği ile refah devleti yönünde giderek evrilen Amerika Birleşik Devletleri, İsveç modelinde buluşuyor gibiydi. Ancak 1980’lerin başında, dönemin iki süper gücünün liderleri Leonid Brejnev ve Ronald Reagan, bu hayale hançeri birlikte sapladılar.

Bugün, bambaşka bir yakınlaşma süreci yaşanıyor ve bu iki kutup ortada buluşmuyor. Sol ile sağ arasındaki bu cilveleşme, liberalizme yönelik karşılıklı tiksintinin beslediği bir romantizmin yaşandığı marjinal alanlarda gerçekleşiyor. Bu flört, kendine has bir aşk dili geliştirdi. Her iki taraf da “küreselleşmeden” — ve elbette onu küreselleştiren küreselcilerden — nefret etmeyi seviyor.

Trump, bu uzlaşmanın üzerinde öfkeli bir tanrı gibi duruyor; yandaşlarını tapınakları yıkmaya ve yabancı tanrılara tapanlardan intikam almaya çağırıyor. Bu arada bazı Marksistler, Trump’ın işleri o kadar kötüleştireceği ve bu sayede halkın tepki olarak ayaklanacağı fikrine, yani “çelişkileri keskinleştirme” düşüncesine onaylayarak mırıldanıyor. Bu sırada, MAGA taraftarları, beyazların, zenginlerin ya da sadece kötü niyetli insanların iktidarı ele geçirmesinin önünü açan bu yıkım gösterisini hayranlıkla izliyor.

Sol ve sağ hâlâ birbirinden son derece farklı gelecek vizyonlarına sahip: biri en yüksek adaleti, diğeri en büyük adaletsizliği hedefliyor. Ancak uluslararası liberal seçkinlere karşı aralarındaki bu garip yakınlaşma, MAGA’nın bazı Demokrat kalelerinde neden başarı kazandığını açıklamaya yardımcı oluyor. “Küreselci serserileri kovun” sloganı, siyasi yelpazenin her iki ucuna da hitap edebilecek bir söylem.

Şair William Butler Yeats’in Birinci Dünya Savaşı’nın ardından gözlemlediği gibi, merkez tutunamıyor, en iyiler ise tüm inançlarını yitirmiş durumda. Ancak Donald Trump’ın bu ikinci gelişinde, dünyaya yalnızca sıradan bir anarşinin hâkim olacağına inanıyorsanız, yanılıyorsunuz.

Küreselciliğe hayır, çok kutupluluğa evet mi?

Çok kutupluluk son zamanlarda gözde bir söylem haline geldi. Soğuk Savaş’ın iki kutupluluğuna ya da Sovyetler Birliği’nin 1991’de çöküşünden sonra Amerika Birleşik Devletleri’nin hedeflediği tek kutupluluğa karşılık, dünyanın birden fazla güç merkezine sahip olabileceği fikri aslında hiç de yeni değil. Ancak “geri kalanların yükselişi” ve özellikle Çin’in sahneye çıkışıyla birlikte, dünya giderek daha az ABD merkezli görünmeye başladı.

Bununla birlikte, birçok kişi için çok kutupluluk yalnızca bir tanım değil, aynı zamanda bir reçete niteliğinde.

Sağ kanatta, Rusya’dan Alexander Dugin ve Brezilya’dan Olavo de Carvalho gibi filozoflar bu kavramı aşırı milliyetçi projelerinin bir parçası olarak kullandılar. Dugin’e göre Rusya, Anglosaksonları ve onların NATO’daki yardakçılarını engellemek amacıyla yeni bir Avrasya gücü olarak süper güç statüsünü yeniden tesis etmelidir. 2022’de yaşamını yitiren Carvalho’ya göre ise çok kutupluluk, Brezilya’nın küresel elitlere olan bağımlılığını bir kenara bırakarak Hristiyan Batı’ya daha fazla yakınlaşmasını sağlayacaktır.

Sol kesimdeki bazı kişiler de çok kutupluluğu daha adil bir jeopolitik düzenin işareti ve Amerikan emperyalizmine karşı potansiyel bir sopa olarak değerlendirdi. Tricontinental’in 2022’de yayımladığı başyazıda şöyle deniliyordu:

“Arzulanan Batılı, küreselleşmiş kapitalist dünya, en coşkulu savunucularının bile beklentilerini karşılayamadı. Bugün, neoliberal küreselcilerin, neokonların ve ABD kalkınma modelini benimseyenlerin (‘Amerikancılar’) tüm arzularına rağmen, çok kutuplu bir dünyaya doğru bir geçişe tanıklık ediyoruz.”

BRICS sahneye çıkıyor

Eğer çok kutupluluk birçok kişi için sihirli bir iksir gibi görünüyorsa, bugün bu iksirin döküldüğü şişe BRICS’tir. Yıllar içinde, Bağlantısızlar Hareketi, Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen, 77’ler Grubu ve Dünya Sosyal Forumu dahil olmak üzere birçok çok kutupluluk girişimi yoldan saparak etkisizleşti. Ancak Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’nın 2010 yılında oluşturduğu kurumlar (BRICS), çok kutupluluk savunucuları tarafından bu eski bağlantısızlık hareketlerinin mirasçıları ve dolayısıyla ABD ile Batı gücüne karşı potansiyel bir karşı güç olarak görüldü. Bu senaryoya göre, BRICS er ya da geç Dünya Bankası ile Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) yerini alacak, doları tahtından edecek ve tüm küresel ekonomiyi baştan şekillendirecekti.

Sol kesimde bazıları için BRICS’in dönüştürücü doğasına verilen destek, Rusya’yı Ukrayna üzerindeki emperyal niyet suçlamalarından savunmak için kullanılan argümanları hatırlatıyor. Avrupa Birliği’nin genişlemesine ve NATO’nun yayılmasına karşı durduğu varsayılan Rusya, Batı’ya karşı direnen bir güç olarak görülüyordu. Küreselciler, Küba, Kuzey Kore ve Venezuela’ya uyguladıkları türden yaptırımlarla karşılık verdiler. Ancak bu üç ülkenin liderlerinden farklı olarak, Vladimir Putin hiçbir zaman solcu olduğunu iddia etmedi. Aksine, sağcı otoriter bir lider olarak, muhaliflerini öldürdü, muhalif sesleri hapse attı, Rusya’da bağımsız medyayı ortadan kaldırdı ve topluma dini, LGBT karşıtı ve kadın düşmanı bir gündem dayattı. Ayrıca Ukrayna’yı işgal ederek, Moldova’ya siyasi müdahalede bulunarak ve Baltık ülkelerinde siber saldırılar düzenleyerek Rus emperyalizmini yeniden canlandırdı.

Putin’i savunmak için bir ilericinin sergilemesi gereken bilişsel uyumsuzluk, BRICS’e yönelik genel coşkuya da yansımaktadır. Nihayetinde, bu 11 üyeli grubun çoğunluğu — Rusya, Çin, Mısır, Etiyopya, İran, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri — otokratlar tarafından yönetilmektedir. Sadece Brezilya, Güney Afrika, Endonezya ve Hindistan demokrasidir ve son ikisi, mevcut liderlerinin otoriter eğilimleri göz önüne alındığında yıldız işaretiyle belirtilmelidir. Dahası, Rusya’nın “yakın çevresine” müdahalesi, Çin’in Tayvan konusundaki tutumu, Hindistan’ın Keşmir’deki uygulamaları ve Suudi Arabistan’ın Yemen’deki savaşı dikkate alındığında, bu bloğun anti-emperyalist niteliği epeyce kuşkuludur. En iyi ihtimalle, BRICS üyelerinin çoğu, siyaset bilimci Patrick Bond’un uzun süredir savunduğu gibi, alt-emperyalisttir.

BRICS ülkeleri genelde iklim değişikliği konusunda açıkça gerici bir tutum sergilemektedir ki, bu da üyelerin büyük çoğunluğunun önemli fosil yakıt ihracatçıları olduğu göz önüne alındığında pek şaşırtıcı değildir. Brezilya, diğer üyeleri iklim değişikliğini gezegen için bir tehdit olarak ciddiye almaya zorlamaktadır ve BRICS açıklamalarının bir kısmı karbon emisyonlarının azaltılması gerektiğini kabul etmektedir. Ancak Çin, yeşil enerji devrimine yaptığı devasa yatırımlara rağmen, Hindistan ve Endonezya gibi, en zararlı fosil yakıt olan kömüre çarpıcı derecede bağımlı kalmaya devam etmektedir; karbon nötrlüğü ise Rusya için hâlâ uzak bir hedef olmaya devam ediyor (2070). BRICS’in son açıklamasında, üyeler “fosil yakıtların, özellikle gelişmekte olan pazarlar ve gelişmekte olan ekonomiler için, dünya enerji karmasında hâlâ önemli bir rol oynayacağını kabul ediyorlar.”

Ancak BRICS’in muhafazakâr doğası belki de en çarpıcı biçimde, küresel kapitalist ekonomiyi benimsemesinde ortaya çıkıyor. Temmuz 2025 tarihli açıklamasında hem IMF’yi hem Dünya Bankası’nı coşkuyla destekledi ve Dünya Ticaret Örgütü’nü küresel ticaret sisteminin merkezine yerleştirdi. BRICS’in başlıca kurumu olan Yeni Kalkınma Bankası, yeni bir ekonomik düzenin yapı taşı olarak lanse edildi; ancak aynı eski kirli madencilik projelerini finanse etmeye odaklanması, onu Dünya Bankası’nın bir yansıması haline getiriyor.

BRICS’in temsil ettiği çok kutupluluk biçiminin yalnızca tek bir ilerici niteliği var: ABD emperyal gücüne karşı bir denge unsuru olma potansiyeli. Ne yazık ki, Washington’un otoritesine yöneltilen en ılımlı meydan okuma dahi, yalnızca ABD’nin tek kutupluluğuna değil, aynı zamanda kendi “tek liderliğine” de bağlı olan Donald Trump’tan öngörülebilir bir tepki doğurdu. BRICS’in dolara karşı alternatif bir para birimi oluşturacağı yönündeki hayali tehdide karşı Trump, defalarca şu uyarıda bulundu: “BRICS’in Amerika karşıtı politikalarına uyum sağlayan her ülkeye EKSTRA %10 gümrük vergisi uygulanacaktır.”

Gerçek Bir Enternasyonalizme Doğru

BRICS biçiminde çok kutupluluk, en iyi ihtimalle, büyük oyuncuların masasındaki koltuğu biraz daha iyi bir yere çekme çabasıdır. En kötü ihtimalle ise, enternasyonalizmin ilerici yönlerinden — özellikle insan hakları, çevre ve emek alanlarında daha yüksek standartlarla iktidarın kötüye kullanılmasını dizginlemeye yönelik küresel çabalardan — açıkça bir sapmadır.

BRICS ülkelerinin bu gerici çok kutupluluğunu desteklemek üzere, sağ ve solun bazı unsurları egemenliğin önemini ve bir ülke liderliğinin, sınırları içindeki topraklar üzerinde tartışmasız bir kontrole sahip olması gerektiği fikrini yüksek sesle dile getiriyor. Egemenlik gerçekten de her yönden saldırı altında. Toprak düzeyindeki en bariz ihlal, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalidir. Ekonomik düzeyde ise neoliberal küreselciler, şirketlerin devlet düzenlemelerine saldırıları ve IMF’nin kredi anlaşmalarında bütçe kısıntıları dayatması yoluyla egemen ekonomik güce meydan okuyor. Buna karşılık enternasyonalistler, insan hakları konusunda demokratik olarak kabul edilmiş normlara odaklanırken; devletin çocuk asker kullanma, çocuk işçi çalıştırma veya nüfusun büyük bir bölümünü ortadan kaldırma yetkisini sorguluyor.

Ancak ilerici enternasyonalistler, egemenliğe dair muhafazakâr kavramlara karşı dikkatli olmalıdır. Evet, IMF’nin aşırı yetki alanından ve petrol şirketlerinin ülkeleri çevre düzenlemelerini sökmeye zorlamak için mahkemeye vermesinden tiksiniyoruz. Ama kralların, tiranların ya da demokratik yollarla seçilmiş otokratların başka ülkelere saldırma ya da yargısız infazlarda bulunma özgürlüğüne sahip olması gerektiğine de inanmıyoruz. Egemenlik bir koz (ya da Trump kartı) değildir. Gücün halkın elinde olduğu halk egemenliği, daha demokratik toplumların tesisi için elbette vazgeçilmezdir. Ancak Trump ve onun El Salvador’dan Nayib Bukele ile Macaristan’dan Viktor Orbán gibi dostlarının gösterdiği üzere, otokratlar genellikle halk egemenliği dilini kullanarak iktidara gelirler ve ardından gücü kendi egemen ellerinde toplarlar.

Dünya; iklim değişikliği, ekonomik eşitsizlik ve pandemiler gibi yıkıcı gerçeklerle başa çıkmak için daha fazla enternasyonalizme ihtiyaç duyarken, egemenlikçilerin körüklediği milliyetçiliğin yükselişe geçmesi moral bozucu bir ironi. Bugünlerde enternasyonalizmi savunmak, Filistin devleti fikrini kucaklamak gibi hissettiriyor — tam da böyle bir devletin maddi temeli, artan İsrail yerleşimleri ve bombaları altında kaybolurken. Her iki durumda da irade var ama görünüşe göre yol yok.

İlericiler, “küreselcilere” yönelik yanlış yönlendirilmiş bir saldırı uğruna sağla el ele vermemelidir. ABD hegemonyası ve serbest piyasalara olan neoliberal inanç elbette zararlıdır; ancak egemenliği savunan otokratlara da kanmamak gerekir. Büyük ölçüde otoriter, çevre düşmanı ve sosyo-ekonomik olarak muhafazakâr ülkelerden oluşan; jeopolitik bir denge unsuru gibi görünen BRICS, aslında aptalların çok kutupluluğunu temsil etmektedir. Amaçlar, BRICS’i haklı çıkarmaz.

Bana küreselci deyin; ama bu kadar çok aşırılıkçı, kendilerine ne ad verirlerse versinler, ellerinde bıçaklarla Dünya’yı kendi bağnaz derebeyliklerine bölmek için harekete geçmişken, birilerinin bu gezegeni savunması gerekiyor.

Kaynak: https://tomdispatch.com/the-multipolarism-of-fools/