Akıldışı Çağımız

Ağustos ayı sonunda, “etik cesareti” olarak (biraz garip bir biçimde) çevrilebilecek Mut zur Ethik adlı yıllık kongrede yapılan konuşma. Bu grup her yaz, Zürih çevresinde toplanarak çeşitli konuşmacıların belirlenen bir temayı ele alışlarını dinler. Bu yılın teması “Akıl ve İnsanlık” idi.

— Patrick Lawrence

Bu yaz yaptığım konuşmaya “Akıldışı Çağımız” başlığını verdim ve bunun kulağa biraz görkemli gelebileceğinin farkındayım. Size de böyle geliyorsa, başlığı iyi seçmişim demektir; çünkü tam da artık yeni bir çağa girdiğimizi ima etmek istiyorum—bu çağ, önceki çağlardan ne kadar farklıysa, o çağlar da kendi zamanlarında birbirlerinden o kadar farklıydı: Atina’nın Altın Çağı, Akıl Çağı, Materyalizm Çağı, Atom Çağı.

Konuyu örnekleyen birçok durum var:

  • Siyonist devletin soykırım kampanyaları,
    • Demokrasiyi savunma adına Batı’da demokratik hakların ortadan kaldırılması,
    • Sözde liderlerimizin hukuku koruma adına — hem ulusal hem uluslararası hukuku — pervasızca terk etmesi,
    • “Gerilimi azaltmak için gerilimi artırmak” gibi apaçık saçma askerî stratejileri ileri süren, sahte ciddiyetteki diplomatlar ve üniformalı subaylar,
    • Gündelik yaşamda, psikolojik operasyonlar ve bizim “bilişsel savaş” adını verdiğimiz şeyler kamusal söylemi öylesine yozlaştırdı ki, artık neyin doğru neyin yanlış olduğundan emin olamıyoruz. Batı’daki nüfusun büyük bir kesimi, yaşadığı dünyayı anlamaktan artık aciz — ama buna rağmen, onu anladığına inatla güveniyor.

Kendi ayaklarımızın altındaki zemini biz kaldırdık.

Bunlar, akıldışılığın sonsuz sayıdaki tezahüründen yalnızca birkaçı. Özellikle bu örnekleri seçtim; çünkü her biri, içinde bulunduğumuz koşullara nasıl geldiğimizi, neden bu çağa önerdiğim adı vermemiz gerektiğini az da olsa açıklamaya katkıda bulunuyor. Her örnek, bu yeni çağın kimin çıkarlarına hizmet ettiğine dair bir ipucu sunuyor.

Aydınlanma Nedir?

Elbette, burada ilk başvurduğum referans, Amerikan devrimcisi, siyasal filozof ve broşür yazarı Tom Paine’in adlandırdığı “Akıl Çağı”dır. Paine’in “Akıl Çağı”, başka bir deyişle “Aydınlanma” olarak da bilinir. Paine’in neyi kastettiğini ve “Aydınlanma”nın ne anlama geldiğini birkaç dakika düşünmek faydalı olacaktır; böylece, içbükey bir aynada olduğu gibi, bugünkü savımı ortaya koyarken, çağımızın ne olmadığını fark edebiliriz.

Yale University Press’teki editörüm bana yıllar önce, üzerinde çalıştığı ama yazarının el yazmasını tamamlamadan önce vefat etmesi sebebiyle asla yayımlayamayacağı bir kitaptan bahsetmişti. Kitabın adı The Endarkenment (Karanlıklaştırma ya da Aydınlanmanın Tersi) olacaktı. O günden bu yana, bu kitabın hiçbir zaman yayımlanmayacak olmasının ne büyük kayıp olduğunu düşünürüm. Ve şimdi, gün ışığında, bu özlü terimi “Akıldışı Çağ”ıma yararlı bir eşlikçi olarak ödünç alıyorum. Ufukta, bu iki kavram aynı anlama gelir.

The Age of Reason (Akıl Çağı) adlı kitabında — yani çağını adlandıran eserde — Tom Paine, vahiy ve geleneksel Hristiyanlığın diğer unsurlarına karşı akılcılığı savunuyordu. Onun argümanı büyük ölçüde teolojik nitelikteydi; bu nedenle, Aydınlanma’yı çok temel düzeyde anlamak için [Emmanuel] Kant’a başvurmak daha yerinde olacaktır.

1784 yılında, Johann Friedrich Zöllner adında bir Alman papaz, o sıralarda yaygın şekilde kullanılmaya başlanan “Aydınlanma” teriminin ne anlama geldiğini kamuoyuna sordu.

Bu soru, Berlinische Monatsschrift adlı aylık dergide yer aldı. Zöllner’in merakı, derginin sayfalarında canlı bir tartışma başlatmış görünüyor. Kant, derginin Aralık 1784 sayısında “Soruya Cevap: Aydınlanma Nedir?” başlıklı yazısıyla yanıt verdi — ve elbette, tarih boyunca bize ulaşan da bu yanıttır.

Kant, ünlü ilk cümlesinde şöyle yazmıştı: “Aydınlanma, insanın kendi kendine dayattığı olgunlaşmamışlık durumundan çıkışıdır.” Hemen ardından “Olgunlaşmamışlık,” diye açıklamıştı, “başkasının rehberliği olmadan kendi aklını kullanamama durumudur.”

Kant, insanlığın bu olgunlaşmamışlık durumunu aşabilmesi için gerekli temel koşulun özgürlük olduğuna tam anlamıyla emindi. “Yeter ki özgürlük tanınsın,” diye yazmıştı halkı kastederek, “aydınlanma neredeyse kaçınılmazdır.”

Burada, Cizvitlerin tanımıyla “ayırt etme” (discernment) terimi üzerine düşünmemizi öneriyorum. Cizvit eğitiminde “ayırt etme,” bir bireyin başkalarının müdahalesi, zorlaması ya da başka tür dış etkilerden bağımsız olarak, yargılayabilme, seçim yapabilme, eylem planı oluşturabilme kapasitesini ifade eder.

Bu, kısaca, kendini dinlemek anlamına gelir — ve bu da kişinin kendine güvenini ima eder. Dahası — burada kilit bir nokta olarak — ayırt edici birey, yargı ve seçimlerini kendi ahlaki değerlerine göre yapar ve her zaman kamusal yararı, insanlığın daha büyük iyiliğini gözetir.

Kant’a dönecek olursak, “Aydınlanma Nedir?” adlı metin, üzerinde çalıştığım İngilizce çeviride yalnızca yedi sayfa uzunluğundadır; ancak içinde çok derin içgörüler barındırır. “Kendi kendine dayatılan olgunlaşmamışlık”, bir başkasının rehberliği olmadan hiçbir şeyi anlayamama hali: Bunlar, aydınlanmamış kişileri tanımlamak için ağır ifadelerdir, diyebilirim.

Dahası, Kant insanların çoğunun bu aydınlanmamış durumu — bu karanlığı — tercih ettiğini savunuyordu. “Eğer anlama kapasitem için bir kitabım, vicdanım için bir papazım, diyetimi belirleyecek bir doktorum varsa,” diye yazmıştı, “kendimi hiç zorlamama gerek kalmaz. Düşünmeme gerek kalmaz: Yeter ki ödeyebileyim, başkaları bu zahmetli işi memnuniyetle benim yerime yapar.”

Kant, anlayışlı bir kişi olarak, insanların çoğunluğundaki bu eğilimi “tembellik ve korkaklık”la açıklıyordu — Kant’ın kendi kelimeleriyle. Burada kastettiği şey, bugün hepimizin çok iyi tanıdığı, bitkin ve kayıtsız bir uyum hâlidir.

Ancak Kant’a göre, Akıl Çağı’nın ilan ettiği yeni özgürlük, insanlığı bu durumun ötesine taşıyacaktır ve bu yüzden kendi çağının, o ana dek kazanmış olduğu ismi hak ettiğini ileri sürmüştür.

“Aydınlanma için özgürlük dışında hiçbir şey gerekmez,” diye yazmıştı. Ve eski rejimin arka planında, Kant, insanların özgürlüğe duyduğu içten arzuyu güvenle varsayabiliyordu. “Şu soru sorulacak olursa,” diye yazmıştı, “‘Şu anda aydınlanmış bir çağda mı yaşıyoruz?’ cevap ‘Hayır, ama aydınlanma çağında yaşıyoruz’ olur.”

Bizim gerçekliğimiz ise çok farklı. Kant’ın yaptığı gibi ilerlemenin kaçınılmazlığına dair varsayımlar yapabilecek hiçbir dayanağımız yok. Gerçekten de, bu konuda derin bir kafa karışıklığı içindeyiz — teknolojik ilerlemeyi, maddi ilerlemeyi, alışkanlıkla gerçek insani ilerlemeyle karıştırıyoruz.

Özgürlükten Kaçış

[Erich] Fromm’un ve başkalarının ikna edici şekilde savunduğu üzere, özgürlük korkusu günümüzde toplumlarımızda yaygın bir olgudur. İnsanların çoğu özgürlükten ölümüne korkar ve “ölümüne korkar” derken bunu kelimenin tam anlamıyla kastediyorum: Kendi yaşamlarından, canlılık kaynaklarından vazgeçerler ve hayatlarını yalnızca hayatta kalmak üzerine kurulu bir düzeyde, ya da [Henry David] Thoreau’nun deyimiyle, “sessiz bir umutsuzluk” içinde sürdürürler.

Toplumlarımızda ideolojilerin bu denli yaygın oluşu, bana kalırsa ayrıca açıklama gerektirmeyen bir gerçek. Ve ideolojilerin çekiciliği de, elbette, inanç gerektirip düşünce, yargı ya da akıl yürütme gerektirmemeleridir. Dolayısıyla, nereye baksak kendi kendimize dayattığımız bu olgunlaşmamışlık durumunu görürüz.

İdeoloji, konformizm: Bunlar, birçok insanın — hatta bana göre çoğu insanın — özgürlük korkusunu yaşadığı sığınaklardır. Her ikisi de, Kant’ın “başkasından gelen rehberlik” olarak tanımladığı şeyden türemiştir ve bu da, Kant’ın kesinlikle ima etmek istediği gibi, bir tür iktidar biçimine boyun eğmeyi içerir.

Bugün yaşamlarımızda bu iktidar tezahürlerinin sonsuz sayıda biçimi var ve bizlerin çoğu onlara ne kadar da bağımlı! Başka bir deyişle, ne düşüneceğimizi — “zahmetli iş” — ve neyi düşünmememiz gerektiğini, nasıl yaşayıp nasıl yaşamamamız gerektiğini bilmek için üzerimizdeki otoritelere bağımlıyız.

Konuyu başka şekilde ifade etmek gerekirse, Akıldışı Çağımıza ne denli derin bir bağlılık geliştirdiğimizi görüyoruz. Bu çağ, özgürlükle birlikte gelen sorumluluklardan, ayırt etme yetisinden, özerk yargı kullanma görevinden bizi kurtarıyor.

Tüm bunlar, çevremizde ve üstümüzde dolaşan, hatta içselleştirdiğimiz güç biçimleri tarafından bizim adımıza üstleniliyor. Bu durumda, Kant’ın 241 yıl önce yazdığı gibi, düşünmeye gerek yoktur. Bugün bu pasajın tek bir hecesini bile değiştirmeye gerek yok. Ve artık düşünmediğimizde, güç bizden daha da bağımsızlaşır, daha da uzaklaşır ve dolayısıyla daha da yozlaşır.

Böylece, Akıldışı Çağımıza doğru kaçınılmaz bir biçimde yuvarlanmaya devam ederiz.

Akıl Çağı, 16. ve 17. yüzyıllardaki bilimsel gelişmelerden ilham aldı; bu da Aydınlanma düşünürleri arasında — Kant ve Deist olan Paine dâhil — bazı endişelere yol açtı.

Eğer evrenimiz bilimsel yasalarla yönetiliyorsa, o hâlde ahlakımız, adalet gibi değerleri savunmamız, benim tabirimle insanlık davasına bağlılığımız ne olacak? Aydınlanma’nın özgürlük adına terk ettiği tüm o şeylerden azade bireysel akıl yürütme bizi nereye götürecek?

Saf materyalizme mi? Başkalarına karşı kayıtsızlığa mı? Zihinsel dar görüşlülüğe mi? Narsisizme, hazcılığa ya da nihilizme mi?

Ahlak içermeyen akıl: Bu düşünce indirgemeci görünme riski taşısa da, söz konusu endişe Aydınlanma düşünürleri arasında oldukça yaygındı.

Ve şimdi bu endişenin ne kadar haklı olduğunu açıkça görebiliyoruz. Akıl, insanlığın özgürleşmesinin aracı olacaktı. Günümüzdeyse akıl, bizi sistemlerin, teknolojilerin, insanlıktan uzak bilimsel yönetim prosedürlerinin ve etik, ahlak (genel anlamıyla) ya da kendi tahakküm, uygulama ve yeniden üretme biçimleri dışında hiçbir şey tanımayan iktidar elitlerinin tiranlığına maruz bırakıyor.

Yüksek takdir duyduğum Kanadalı yazar John Ralston Saul, 1992 yılında bu fenomene dair bir kitap yayımladı. Kitabın adı Voltaire’in Piçleri idi, alt başlığı ise Batı’da Akıl Diktatörlüğü. Ralston Saul, Batı’daki hayatın tümünün aklın yozlaşmasıyla bozulduğunu savunuyordu.

Artık akıl, insan özgürleşmesiyle ilgili hiçbir şey ifade etmiyor: Akıl, siyasi, ekonomik, teknokratik ve kültürel elitlerin toplumlarımızın yapısı ve yönü, kamusal söylemimiz — hatta çevremizdeki dünyayı görme, dolayısıyla düşünme ve akıl yürütme yetimiz — üzerinde gizli kontrol uyguladığı bir aygıta dönüşmüş durumda.

Benim “Akıldışı Çağ”dan kastettiğim şey budur. Bu çağın özünde, yıllar önce adını “hiperrasyonelliğin irrasyonelliği” koyduğum olgu yer alır. Konumu fazla basitleştirmeden ifade etmeye çalışırsam: Eğer olaylara yalnızca kendi iç referans çerçevesi içinde bakar ve aklın yozlaşmasının bizi hapsettiği o sonsuz şimdide kalırsak, her şey mantıklı görünür.

Ama bu yapının dışına çıkmayı başarırsak — yani gerçek akıl yoluyla bir çıkış bulabilirsek — o zaman çok az şey anlamlı gelir. “Hiperrasyonelliğin irrasyonelliği”nden kastım budur.

[Herbert] Marcuse, Tek Boyutlu İnsan adlı eserinde “teknolojik rasyonalite”den söz etmişti. Sanıyorum benim “hiperrasyonelliğin irrasyonelliği” kavramım, Marcuse’ün düşüncesine yakındır. Marcuse şöyle yazmıştı: “Teknolojik rasyonalitenin totaliter evreni, Akıl fikrinin en son dönüşümüdür.” Ardından “mantığın egemenlik mantığına dönüşmesi” sürecinden söz etmişti.

Bu da, demek istediğimi başka bir şekilde ifade etmenin yoludur.

İnançtan Önce Akıl

Şimdi, Akıldışı Çağımızı tarihsel bağlama oturtmak istiyorum ve bunu yapmak için, yıllar boyunca benim için çok önemli olmuş başka bir kitaba başvuracağım.

Max Horkheimer, Akılın Tutulması (Eclipse of Reason) adlı eserini 1947 yılında yayımladı. Bu kitapta, o zamana dek aklın “araçsallaştırıldığını” savundu. Yani, akıl artık çevremizdeki dünyayı anlama aracı olmaktan çıkmış, bunun yerine kişinin kendi amaçlarını haklılaştırmak ve gerçekleştirmek için kullandığı bir araç hâline gelmişti. Horkheimer bunu “öznel akıl” (subjective reason) olarak adlandırmış, bunu “nesnel akıl”a (objective reason) karşıt biçimde ortaya koymuştu.

Yunanlılara dönersek, nesnel akıl, düşüncenin sonuçlarının arzu edilir olup olmamasına bakılmaksızın yürütülmesini gerektirir. Akıl, inancı belirlemelidir; tersi değil — Sokrates’in hepimize öğrettiği gibi. İnancın aklı belirlemesine izin vermek, öznel akılın barındırdığı temel tehlikedir. Ve Horkheimer’in kullandığı bu terimi sürdürürsek, öznel akıl Akıldışı Çağımızın tam kalbinde yer alır.

Bu noktayı en gündelik ifadelerle açıklamak gerekirse, “Bu kulağa mantıklı geliyor”, “Bu mantığa uygun”, ya da sadece “Bu mantıklı” dediğimizde aslında ne kastediyoruz? Bir biçimde, akıl yürütmenin geçerli olabilmesi için, kişinin amaçlarına hizmet etmesi gerektiğini kastediyoruz. Ve Ralston Saul’un da savunduğu gibi, aklı bu şekilde araçsallaştıranların Voltaire’in gayrimeşru çocukları olduğunu fark etmek çok da zor değildir.

Soğuk Savaş’ın “Kesinliği”

1945 zaferlerinden iki yıl sonra yayımlanmış olan Horkheimer’in kitabının tarihini durup düşünmemiz gerekir.

Bugün “Büyük Bilim” (Big Science) adını verdiğimiz bilimsel yönelim 1930’larda yükselmeye başlamıştı ve beraberinde, özellikle Amerika’da belirgin şekilde görülen “tam kesinlik” ve “tam güvenlik” takıntısını da getirmişti — ki bunların ikisi de gerçekte asla mümkün değildir. Eğer “hiperrasyonelliğin irrasyonelliğine” Büyük Bilim’den daha saf biçimde adanmış bir başka unsur varsa, ne olduğunu gerçekten kestiremiyorum.

  1. Dünya Savaşı’nın sonuna gelindiğinde, bu kesinlik ve güvenlik takıntısı Amerikan dış ve askerî politikalarını büyük ölçüde şekillendirmişti. Ve elbette 1947 yılı, Soğuk Savaş’ın başlangıcına işaret eder; böylece daha önce yalnızca bilimsel ve politik çevrelerde görülen bu “tam kesinlik, tam güvenlik, tüm risklerin ortadan kaldırılması” saplantısı ulusal bir takıntıya dönüşmüştür.

Otoriter Akıl

Horkheimer’e geri dönecek olursak, o, aklın yozlaşmasını Batı demokrasilerinde iktidarın giderek daha fazla gizlenmesi ve otoriterliğe yönelme eğilimiyle ilişkilendiriyordu. Buna karşılık, aklın yeniden temelde ahlaki ve adil toplumların ve nihayetinde insan özgürleşmesinin hizmetinde kullanılması gerektiğini savunuyordu.

Marcuse’nin terminolojisini kullanacak olursak, bu, bizden “Büyük Reddetme”yi (Great Refusal) gerektirir; yani onun “yatıştırma teknolojileri” dediği araçlar yoluyla insanlığın insanlıktan çıkarılmasına karşı bir reddediş.

Akıldışı Çağımızın başlangıcına bir tarih atamak imkânsız ya da sadece safdillik olabilir, ancak şu ana kadar kabaca çizdiğim çerçeveye dayanarak 20. yüzyılın ortalarını öneriyorum. Büyük Bilim ile Soğuk Savaş’ın en talihsiz biçimde birleştiği bu dönem, bir yanda ideolojiye, diğer yanda teknolojiye öncelik atfedilmesinin başlangıcıydı — ki bugün hepimizin çok açık bir şekilde görebileceği üzere bu öncelik hâlâ geçerliliğini sürdürüyor.

İdeoloji ve teknoloji: Bunlar bizim başlıca felaket kaynaklarımız değil mi? Her ikisi de ortak ayırt etme, yargılama ve genel olarak düşünme ve akıl yürütme yetilerimizi tahrip etti; buna karşılık — yeniden Kant’a dönersek — giderek daha da dağınık ve uzak şekillerde ortaya çıkan iktidar ve otorite biçimlerine yönelik olgunlaşmamış bir aşırı bağımlılığı teşvik etti.

Horkheimer ve başkalarının 1940’larda teşhis ettiği bu olgu, bana öylesine köklü ve toplumlarımızın dokusuna öylesine işlemiş görünüyor ki, yaşadığımız dönemi kendisinden önceki dönemlerden ayıran bir belirti olarak öne çıkıyor. Horkheimer’in kitabını yayımlamasının üzerinden yetmiş sekiz yıl geçti — onun “tutulma” olarak tanımladığı şey, bana göre artık bambaşka bir çağın karanlık şafağına işaret ediyor.

Batı’da bizler, bu çağda anlamın radikal bir çöküşüne tanıklık ettik. 18. yüzyılın temel gördüğü akıl ile ahlak arasındaki bağı kesin biçimde kaybettiğimizi düşünüyorum. Aklın dayanak noktası olarak ortak yarar (commonweal) fikrini de kesin biçimde kaybettik.

Başka bir deyişle, ortak bir telos — yani paylaşılan bir nihai amaç ya da hedef — düşüncesini kaybettik. Bu kayıplar, hazcılık (hedonizm) ve nihilizme düşüşümüzün, ve iktidar elitleri arasında — bir kez daha C. Wright Mills’in ifadesini ödünç alırsak — “iktidar için iktidar”, yani iktidarın nihai değer ölçütü ve taşıyıcısı olarak görülmesinin kurbanlarıdır.

Burada bir araya gelişimiz — ve şimdi söyleyeceklerim bağlamında sizinle birlikte olmak her zaman benim için büyük bir mutluluk — bizler, Akıldışı Çağ’dan çıkış yolu olduğunu kanıtlayan canlı, nefes alan kanıtlarız; sanırım bunu ayrıca açıklamama gerek yok.

Çağlar gelir ve geçer, bu çağ da öyle olacaktır. Marcuse’ün terimini biraz esnetiyor olabilirim, ama çok da değil: Bu çağda yolumuzu bulabilmek için, sürekli reddetmenin değerini çok önemli bir yöntem olarak görmemiz gerektiğini öne sürdüğümde, sanıyorum pek de abartmış olmuyorum.

Bence akıl yürütme sürecimizi, bu projenin bir tür “geri kazanım” ya da “restorasyon” girişimi olduğu varsayımıyla sürdüremeyiz. Geriye dönüş yok.

Tarihsel olarak büyük dönüşümlerin önsözü, yeni duyarlılıklar ve yeni bir bilinçtir. Bu nedenle, yeni bir bilinç düzleminde düşünmemiz gerekiyor: Öyle ki, akıl ve muhakeme yetilerimizle, zamanımızın sorunlarını ve krizlerini oldukları gibi görebilelim — ve Kant’a bir kez daha dönersek — “başkasının rehberliği”ne başvurmadan; bizden daha yüksek, bizden uzak ya da bizden daha güçlü diye herhangi bir otoriteye dayanmadan; ve sadece penceremizden gördüğümüz “olan şey” olduğu için, içinde yaşadığımız uygarlığın “olan”ının rasyonel ya da mantıklı olduğunu varsaymadan.

Aynı şekilde, kendimiz için yeni bir dil de bulmamız gerekiyor — ve bu dili ararken, dilin birincil işlevinin konuşmak değil, düşünmek olduğunu kendimize hatırlamalıyız. Yeniden düşünürken — aklı insanlık davasına yeniden bağlarken — bu yeni dile ihtiyacımız olacak.

Merhum Robert Parry, kusursuz bir dürüstlüğe sahip bir gazeteciydi ve tam 30 yıl önce, bugün yazılarıma ev sahipliği yapan Consortium News’u kurmuştu. Sitenin editörü Joe Lauria da bu yıl aramızda. Bob, birçok ödülünden birini alırken unutulmaz bir biçimde şöyle demişti: “Gerçeğin ne olduğu umurumda değil. Umurumda olan tek şey, gerçeğin ne olduğu.”

Bu söz, aynı anda hem özlü hem zarif biçimde Sokratik düşünceye bir dönüş çağrısıdır. Bu, nesnel akıl lehine, Horkheimer’den ödünç aldığımız anlamıyla öznel aklın çürümesine karşı bir argümandır.

Bu bir protestodur. Bu bir büyük reddediştir. Bu, Karanlıklaşmamıza (Endarkenment) karşı bir argümandır.

Ve biz burada bir araya gelerek, tam da bu argümanı dile getiriyoruz — ve getirmemiz gereken de budur.

Kaynak: https://consortiumnews.com/2025/09/22/patrick-lawrence-our-age-of-unreason/