Ahlak ile Aldatmak: Yasa ve Yıldızlı Gök
Modern dönemde Müslüman toplumların karşılaştığı birçok meydan okuma türü mevcut. Bunlar arasında ahlaki eylemlerin niteliği ve ahlakın mahiyetine ilişkin olan yaklaşımlar ayrı bir yer tutuyor. Zira itikadi alanda icrası mümkün olmayan bir takım çeldirici ve manipülatif yaklaşımların ahlak alanında tahkim edilmesi daha kolaydır. Bu noktada özellikle İslam düşünce geleneğinin zengin mirasından mahrum bırakılmış ve modern müesses ahlak teorileri karışışında yalnızlaştırılmış Müslüman toplumlar büyük oranda ahlaki bir tarafsız alanda ve ahlak düşüncesinin değerlerden arındırılmasında aradıkları savunmacı yaklaşımın bedelini ise itikadi sapmalar ve mevzi kaybı olarak ödediler. Dolayısıyla modern ahlaki meydan okuma karşısında İslam düşünce geleneğinden yola çıkarak iki temel tehlikeyi tespit etmek ve bunlara dair çözümler üretmek bir zorunluluk halini almaktadır.
Ahlak alanının itikadi ve metafizik değerlerden arındırılmış, nötr, her türden inanış ve yaşam biçimine mensup bireylerin asgari müştereklerde buluşabilecekleri bir alan olduğuna dair yaygın kanaat Müslüman toplumların zihni kuşatılmışlığının bir tezahürü olarak ortaya çıktı. Bu yaklaşıma göre bireyin inancı, içinde bulunduğu siyasi yapı, referans aldığı metafizik veya ontolojik çerçeve ne olursa olsun nihai kertede kişi vicdani kanaatlerini esas alırsa ahlaken temel doğrulara erişmesi mümkündür ve ‘fıtrî’ saikler zorunlu olarak bireyleri doğruya yöneltir. Elbette bireylerin bu tür durumlarda şahsi menfaatlerinden, beklentilerinden ve ön yargılarından kaynaklanan birtakım sebeplerle doğru davranışlardan sapmaları söz konusu olabilir. Ancak bu engellerin aşılması ve fertlerin ahlaken doğru olanı seçmeleri mümkündür. Bu noktada özel olarak metafizik, ontolojik ve itikadi olarak belirli bir alanda bulunmaları gerekmez. Daha somut olarak söylemek gerekirse Müslüman olmayan biri de vicdanıyla baş başa kaldığında ahlaki olarak doğru yerde bulunup en azından hayati noktalarda doğru ahlaki tavrı gösterebilir. Bu nedenle, Müslümanlığın, İslami değerlere tabi olmanın veya İslami kavramların inşa ettiği çerçeve içinden dünyaya bakma ahlaklı bir birey olmanın ön şartı olarak sunulması doğru değildir.
Bu tür bir ahlaki nötralizm ve liberal hümanist ahlak anlayışı esas itibariyle bir alâmet, metafizik bir çerçeveden mahrumiyetin, felsefi yetersizliğin ve kavramsal kirlenmenin zorunlu neticesi. Bu tür bir yaklaşımın verili olarak kabul ettiği temel ilke, ahlakın metafizikten, ontolojik değerler sisteminden ve epistemolojiden bağımsız bir alan olduğu. Dolayısıyla varlık anlayışı, bilgi anlayışı ve bu anlayışlar neticesinde oluşan teorik değerler zemini ahlak alanıyla irtibatlı görülmediğinden, bu alanlarla ahlak arasında herhangi bir sebeplilik ilişkisi kurulmaz. Oysa Müslümanların tarih boyunca ortaya koydukları ilmi birikim, felsefe tarihi ve modern ahlaki görecelilik bu hususun tam tersini göstermektedir: ahlakın tabi olduğu teorik zeminin gerekliliği açık bir zorunluluktur. Bu noktada sorulması gerekn su şu: Müslüman bilinç, hangi saiklerle ahlakın teorik zeminden müstağni, ilkelerden bağımsız bir alan olduğuna inanır hale geldi? Modernitenin ilham kaynaklarından Kant’a atıf yaparak meseleyi ele almak birçok hususun netleşmesini sağlayacaktır.
Kant’ın teorik akla yönelik eleştirilerinden sonra temellendirdiğini iddia ettiği başlıca hususlardan biri metafizik önermelerin kesinlikten yoksun olduğu, Tanrı-varlık-hakikat üçgenindeki tüm metafizik iddiaların teorik kanıtlardan ve sağlam bir zeminden yoksun olduğuydu. İnsanın hakikate teorik zeminde ulaşması mümkün değildir ve bir bütün olarak metafizik sistemler işlevsizdir. Dolayısıyla “sentetik a apriori önermelerin doğruluğu ispatlanana kadar tüm metafizikçilere görevden el çektirilmiştir.” Bu durumda ahlak da metafiziğe dayanmak bir yana, metafizikten mümkün oldukça uzak bir yere konumlandırılmalıdır. Zira metafizik gibi sorunlu bir alan yerine pratik aklın sahasından yola çıkarak ahlakın ve Tanrı’nın, ahiret hayatının temellendirilmesi çok daha emin ve güvenilir bir yoldur. Felsefenin de görevi bir bakıma bunu sağlamaktır. Dolayısıyla konumuzu ilgilendiren veçhesiyle ahlak, klasik felsefi metafizikten arındırılmalı ve pratik alanda belirli bir bağımsızlıkla inşa edilmelidir: “İki şey, üzerlerine sık sık eğilip ısrarla düşünülürse, insanın ruhsal yapısını hep yeni, hep artan bir hayranlık ve korkunç̧ bir saygıyla dolduruyor: üzerimdeki yıldızlı gök ve içimdeki ahlak yasası.”
Elbette mesele Kant’ın tahayyül ettiği gibi gelişmedi. Metafizikten koparılan ahlak Kant’ın arzuladığının aksine ‘gerekçesiz’ birtakım idealler ve ödevler yumağına düştü ve karşılıksız kesilmiş bir çek olarak ödev ahlakının arzuladığı tüm sonuçların aksini doğurdu: Tanrısız, ahlaki kaygılardan soyutlanmış, teknik detaylarla örülü bir kapitalist zihnin zuhuru. Bu yönüyle Kant’ın en çok sakındığı hususlardan olan teknik kapasitesiyle diğer canlılardan ayrılan insan tasavvuru baskın çıktı ve bütün alternatiflerini bertaraf etti. Nitekim daha sonra Batı düşüncesinde metafiziğe alternatif olarak ortaya çıkan ahlak dizgeleri de samimiyet ve gerçeklik sınavını kaybetti. Levinas’ın Filistin söz konusun olduğunda ‘Öteki’ni bir çırpıda nasıl kurban ettiği hepimizin malumu. Bu tür analitik olarak tanımlanmamış, metafizik nazari esaslara dayanmayan her türlü ahlak teklifinin de benzer sonlarla malul olduğunu görmek için aynı tecrübeyi tekrar etmeyi beklemek safdillik olacaktır.
Bu yönüyle düşünüldüğünde Kant dahil olmak üzere metafizik bir zeminden, varlık anlayışından ve epistemolojik bir çerçeveden yoksun her türlü ahlak anlayışının berhava olması kaçınılmazdır. ‘İçimizdeki ahlak yasası’ bir seraptan ve naif bir hayalden ibarettir. Bu nedenle Kant’ın meşhur insan onuru kavramı da temelsiz bir retorik olmaktan kurtulamamıştır.
“Genel insan eğilimleri ve ihtiyaçlarıyla ilgili olan şeyin bir piyasa fiyatı vardır; böyle bir ihtiyacı önceden varsaymasa bile belli bir zevke uyan şeyin süslü (lüks) bir fiyatı vardır; fakat bir şeyin kendi başına bir amaç olabilmesinin tek koşulunu oluşturan şeyin göreli bir değeri, yani bir fiyatı değil, içsel bir değeri, yani onuru vardır. Ahlak ve ahlaklı olmaya muktedir olduğu ölçüde insanlık, onura sahip olan tek şeydir.”
Ahlakı insan kaynaklı kurmak, ondan yola çıkarak temellendirmek, nihai olarak insan onuruna dönük bir tahribatla sonuçlandı. “İnsanlık onuru” son kertede bir fiyat etiketine kavuştu. Zira insan, kendi başına değeri olabilecek, kendi içinde kalarak anlamlandırılabilecek ve kendisinden kalkılarak ödev ve sorumlulukları temellendirilebilecek bir şey olarak konumlandırıldığında metafizik ve ontolojiyle ilişkisi kesilmiş ve varlıktan tecrit edilmiş olur. Metafiziğin ve dolayısıyla dinin anlam sağladığı çerçeve olmaksızın insanlık onuru, modern toplumlarda olduğu haliyle nihayet bir maliyet meselesidir. Eğer maliyeti karşılanabilirse, pazarlık konusu edilebilir ve parçalar halinde veya bir bütün olarak muhasebatın içinde bir kalem olarak yer alabilir, kar-zarar hesabına dahil edilebilir. Ödev ahlakının metafizikte temellenen dini çerçeveden kopardığı birey için kendinde bir gaye olma ideali, bir sayı olmaktan öteye gidemediği gibi ahlak ile sahici bir irtibat kurması, sahih bir ahlaki zeminde durması da mümkün olmadı. Aynı şekilde ahlaktan kopartılmış ontoloji ve din de gayesiz ve değersiz entelektüel birer ‘merak’ seviyesine düşmüştür. İkisinin tekrar buluşması, bir arada bulunmaları Kant’çı çizgide kalarak tahayyül edilemez.
Bu nedenle Müslümanlar için ahlakı yeniden tahkim etmenin ilk adımı, ahlaki problemlerin mahza ve saf ahlaki meseleler olmadıklarını anlamaktan geçmektedir. Hiçbir ahlaki problem mutlak olarak ahlak dizgesi içerisinde kalınarak anlaşılamaz. Bilakis, doğru bir ahlaki sistemin işlerliği ancak ve ancak varlık ve bilgiyle doğru bir irtibat kurulmasıyla mümkün. Nitekim halihazırda ahlaka yönelik aşırı vurgu son kertede ahlakın aşınmasına hizmet etmektedir. Bu nedenle Müslüman bir ahlakın inşası için atılacak ilk adım, ahlak ile metafiziğin ve bu metafizik zeminde yükselen doğruluk iddiasının ilişkilendirilmesidir. Nitekim hayattaki tüm tercihlerini hatalı bulduğumuz, inandığı bütün teorik ve pratik yargıların yanlış olduğunu bildiğimiz bir bireyin, o kritik anda ahlaklı hareket edeceği beklentisi içinde olmanın ciddiye alınması zor. Hayatta o ana kadarki tüm mühim tercihlerinin yanlış olduğunu kabul ettiğimiz, şiddetle reddettiğimiz referanslara dayanan birinin mesele ahlaki seçimler olduğunda doğru tarafta duracağına inanmanın tutarlı ve makul bir izahını yapmak mümkün müdür? Dolayısıyla ahlaki referanslarımızın ‘insanlık onuru’, ‘insani değerler’ gibi Kantçı çizgiden neşet eden kavramlar olmaktan çıkması bir zorunluluk. Bunun yerine ahlakın tekrar ilmi-i ilahi ve ilahiyyat üzerinden inşa edilmesi gerekiyor. Bu noktada İslam düşünce geleneğinin, Ekberî tasavvufî çerçevenin, kelam ve İslam felsefesinin sunduğu engin imkânlardan istifade etmek ve geleneğe dönmek büyük bir imkân. Ancak bu şekilde Kantçı çizgiden sıyrılmak, alternatif ve sahih bir ahlaki nazariyat inşa etmek mümkün. Zira Kant’ın tahripkâr metafizik eleştirisinin ve dolayısıyla ahlak tasavvurunun zapt edemediği son müstahkem kale, İslam düşüncesi ve İslam ahlak felsefesidir.