Adaletin Yasası, Yasanın Adaleti Mümkün mü?

Epistemik Hukuktan Ontolojik Ahlaka:

 

İnsanın anatomik bedeninde, toplumsal işbölümünde ve dünyanın kozmolojik düzeninde mekanik yasaların ötesinde organik birlik ve bütünlük bulunur. İnsan bedenindeki organlar, birbirinden bağımsız olarak değil, birbirlerinin işlevlerini tamamlayan, birbirine zıt değil, birbirine organik olarak bağlanmış bir düzen içinde varlıklarını sürdürürler. Bir organın sağlıklı bir şekilde işlevini yerine getirebilmesi için diğer organlarla uyum içinde olması gerekir; örneğin, kalp ve akciğerlerin uyumlu çalışması, insanın hayatiyetini sürdürebilmesinin temel koşuludur. Bu ilişki, atomik parçaların bağımsız işleyişinden değil, bir bütünün parçası olarak anlam kazanan ve işlev gören bir sistemin parçasıdır. Her bir organ, diğeriyle birlikte hareket ederek, biyolojik yaşamın sürekliliğini ve uyumunu sağlar. İşbölümündeki görevler, birbirini tamamlayan ve uyum içinde çalışan organlar gibi, toplumsal bir bütünlük yaratır. Kozmos, her gezegenin ve her yıldızın birbiriyle etkileşimiyle, evrenin dengesini ve varlığını sürdüren bir organizma gibi işler. Bu bütünlük, evrenin her bir parçasının kendi yerini ve fonksiyonunu anlamasıyla bir uyum oluşturur.

Düşünce tarihinde Avrupa’da 17. yüzyıldan sonra bu bütünlük ve harmoninin, organik ve ontolojik ilişkilerin yerini, mekanik ve epistemik ilişkilerin aldığı görülmeye başlandı. Kozmik düzen Newton’la birlikte organik bütünlüğünden arındırılarak mekanik ilişkilerin matematiksel verileri haline getirildi. İnsan bedeni Descartes’le birlikte Kartezyen yaklaşımın bir sonucu olarak, ruhtan bağımsız kendi başına atomik ve anatomik bir nesne olarak görülmeye başlandı. Modern hukuk, res cogitans (“düşünen varlık”) âleminde bulunan insan âmilliğinin gündelik alanında esasen ayrı olan, (Descarces’ın res extensa yani “uzamı olan varlık”ına benzer şekilde) nesnelleştirilmiş bir hukuk düzeninin kartezyen ayrılığını temsil eder.[1] Hukuk teorisi alanında Hugo Grotius ve Jean Domat gibi 17. Yüzyıl hukukçularının geliştirdiği akılcı ve mekanikçi paradigma, gerçekliği birbirinden ayrı, tanımlanabilir bileşenlerden, bireysel hakları devlet tarafından korunan mülk sahiplerinden oluşan bir bütün olarak görür. Aslına bakılırsa, John Locke’un savunduğu mülkiyet hakkı ve Thomas Hobbes’un savunduğu devlet egemenliği, hukuksal modernitenin iki örgütleyici ilkesidir. Ayrıca yine kartezyen gelenek çerçevesinde, hukuk, bireysel özneden ayrı “nesnel” bir yapı olarak görülür.[2]

Ulus-devlet yapılanmalarının doğurduğu modern devlet olgusuyla birlikte toplum sayılabilir, ölçülebilir ve kontrol edilebilir bir nesneye dönüştü. Modern felsefede, özellikle 17. yüzyıldan sonra, epistemik hukuk daha belirgin hale gelmiştir. Bu dönemde, toplumlar ve bireyler arasındaki ilişkiler atomik bir bakış açısıyla ele alınmış ve hukuk genellikle bilgi, rasyonellik ve bilimsel verilere dayandırılmıştır. Toplum, artık bir arada yaşayan bireylerin organik bir yapısı değil, fonksiyonel bir makine olarak kabul edilir. Toplum, bireylerin bir arada yaşaması için belirli kurallar ve yasalarla işleyen bir sistem olarak görülür. Ancak bu yaklaşım, toplumsal adaletin sağlanması konusunda bazen yetersiz kalmış ve hukuk normları insanın toplumsal varlık yapısından bağımsız olarak mekanik bir düzeyde ele alınmıştır.

Kozmolojik, biyolojik ve sosyolojik düzlemdeki birlik ve organik bütünlüğün, mekanik ve anatomik bir nesneye dönüşmesinden önce, insanların başka insanlarla anlamlı bir hayat sürdürebilmelerinin imkânı ontolojik ahlakta filizlenen doğal hukuktu.[3] Doğal hukukun ethosu ontolojik ahlak, ontolojik ahlakın mütemmim cüzi ise doğal hukuktu. Doğal hukuk, insanın doğasından ve varlık koşullarından türeyen evrensel bir hukuk anlayışıdır. Doğal hukukun temeli, insanın doğasında var olan özgürlük, eşitlik ve adalet gibi değerlerle şekillenir. Bu değerler, yalnızca bir toplumda yaşayan bireylerin hukuki ilişkileriyle değil, aynı zamanda evrensel bir düzende tüm canlıların varoluş biçimleriyle de bağlantılıdır. Ontolojik ahlak, bireyin içsel doğru ve yanlış anlayışının toplumun düzenine nasıl yansıması gerektiğine dair bir rehberlik sağlar. Doğal hukukun ethosu, bu içsel ahlaki değerlerin toplumsal düzeyde bir hukuk düzenine dönüşmesidir. Ontolojik ahlak, bireyin varoluşsal düzeyde doğru olanı bilmesi ve yaşaması gerektiğini öne sürerken, doğal hukuk bu değerleri toplumsal kurallara dönüştürür.

Epistemik hukuk, hukukun bilgi temelli yaklaşımını ifade eder. Burada, hukuk normları, yasalar ve kurallar, bilgi ve rasyonellik üzerine inşa edilir. Toplumsal düzen, bireylerin bilgiye dayalı olarak kurallara uyması ve toplumsal doğrulara göre biçimlenmesi gerektiği düşüncesine dayanır. Bu yaklaşımda, hukukun adaleti sağlama gücü, doğru ve hatasız bilgiye sahip olmasına, en uygun ve doğru yasaların belirlenmesine dayanır. Ontolojik ahlak ise varlık temelli, daha çok insanın doğasına ve evrensel değerlerine dayanan bir yaklaşımı ifade eder. Ontolojik ahlak, insanın varlık biçimi ve toplumsal ilişkileri ile doğrudan ilişkilidir. Adalet, bu perspektifte, bireylerin içsel doğru ve yanlış anlayışlarına, ahlaki olarak doğru olanın toplumda uygulanabilirliğine dayalıdır. Bu anlayışa göre, adalet ve ahlak, insanların varoluşsal yapıları ve toplumla olan organik ilişkileri ile şekillenir.

Epistemik hukuk atomik birey anlayışının bir sonucu olarak ortaya çıkar. Toplumsal ethosun, ontolojik ahlakın yerini bireyin önce meşru sonra da her türden hakkını esas alır. Descartes’ın çağdaşı olan Grotius ve Domat gibi hukukçular, gerçekliği birbirinden ayrı, tanımlanabilir bileşenlerden (özgür bireysel aktörler) oluşan bir topluluk olarak gören, mülkiyeti de devletin güvence altına aldığı, doğayı geliştirmek yani onu fiziksel nesnelere dönüştürmek için bireysel bir hak olarak düşünen dünya görüşünü geliştirdi.[4]

Hukuk teorisi ile hukuk pratiği arasında açık bir ayrım vardır. Bir yandan, (hukuk bilimi ya da felsefesi olarak da bilinen) hukuk teorisi yasal fenomenlerle ilgili teorik bir araştırmadır. İnsanların yaptığı yasalar hukuk teorisini konusudur, tıpkı bilimin konusunun doğa yasaları olması gibi. Hukukçular kimi zaman “kitaplardaki hukuk” ile “pratikteki hukuk” ayrımı yapar.[5]  Bu paralellikleri daha iyi anlamak için hukukçular için gayet bilindik olan ama genel olarak kamuoyunun bilmediği temel bir ayrım yapmamız gerekiyor. İngilizcede “law” terimi (hukuk ve yasa), başka dillerde iki ayrı kelimeyle ifade edilen iki farklı olguyu ifade etmekte kullanılır. Latin hukukçular Batı hukuk geleneğinin şafağında jus (hukuk) kavramı ile lex (yasa) arasındaki ayrımı belirlemiştir. Başka birçok dilde benzer bir ayrım görülebilir: Fransızcada droit ile loi, İspanyolcada derecho ve ley, İtalyancada diritto ve legge, Almancada Recht ve Gesetz, Rusçada pravo ve zakon gibi.[6]

Adaletin yasalarla somutlaşması, hukukun temel amacıdır. Fakat burada adaletin mutlak olarak bir yasa ile tanımlanıp tanımlanamayacağı sorusu gündeme gelir. Yasalar, toplumun adalet anlayışını yansıtabilir, ancak bir yasanın ne kadar adil olduğu, yasanın kim tarafından yazıldığı, hangi değerleri temsil ettiği ve uygulamada ne şekilde işlediğiyle doğrudan ilişkilidir. Yasalar, her zaman adil midir? Yasa, toplumda her birey için eşit ve adil bir şekilde işliyor mu? Burada, yasaların meşruiyeti, doğruluğu ve adaleti sorgulanır. Yasalar bazen toplumsal güç ilişkileri, çıkarlar ve tarihsel bağlamlar içinde şekillendiği için, her zaman adaletle örtüşmeyebilir. Zaten yasa, hukuk bizatihi kendisi değil, onun belli bir zaman ve mekânda, belli kaygı ve dengeler içinde uygulanma biçimi, anlaşılma tarzı, yorumlanma şeklidir. Bir benzetme ile ifade edecek olursak, yolun istikameti adalet, bizi istikamete götürecek aracımız hukuk, aracımızın şoför mahallindeki kişi ise yasadır. Hukukun bizi istikamete götürecek araca sahip olması, şoför mahallindeki yasanın da aynı istikamete direksiyon kırması ile mümkündür.

Hukuk bilimi, yani teorik hukuk disiplini, hukukçuların alanıdır ve genel olarak halk tarafından pek bilinmez; insanlar çoğu zaman yaşamlarımızı düzenleyen yasaların zengin düşünsel bileşenlerinin farkında değildir. Hukuk fikrini genellikle sadece lex [çoğulu leges], yani “yasa” terimiyle ifade edilen şeye indirger: Olgusal bir durumu düzenleyen, uygulama yetkisine sahip yönetici makamın iradesini yansıtan somut kurallar. Bu tür özel yasalar, genellikle hukukçuların yorum faaliyetleriyle (yine çeşidi kurumsal yetkileri dâhilinde) hukuk teorisinin geniş çaplı planına uygun hale getirilir, böylece yasal bir sistem olarak (yani belli yasaların akılcı ilkeler doğrultusunda düzenli bir bütün haline getirilmiş haliyle) hukukun bir parçası haline gelir. Bu nedenledir ki, ABD ve Fransa’nın hukuk sistemleri, sadece bu ülkelerde uygulanan kuralların toplamından ibaret değildir. Her ülkede bizi yöneten yasalar, düşünsel açıdan daha yüksek düzeyde yer alan, kültürümüzün derin bir parçası olan jus kavramını da içerir.[7] Lex olarak hukukun anlamı bir değer ifade etmez; onu yaratan ve resmen uygulayan, dolayısıyla bağlayıcı kılan kurumsal güce atıfta bulunur. Hukukun jus olarak daha geniş anlamı ise, tersine, istenen değerlerle yüklüdür; adillik, dürüstlük ve (yasaya aykırılığın aksine) doğruluk fikirleriyle ilişkilidir.[8] Buna göre hukuk, lex ve jus kavramlarını birbirinden ayırarak, hukukun sadece kuralların uygulanmasıyla sınırlı bir sistem olmadığını, aynı zamanda toplumsal yaşamı şekillendiren değerler ve düşünsel temellerle derinden bağlı bir yapı olduğunu ortaya koyar. Hukukun bu düşünsel ve değer temelli boyutları, onun dinamik, değişken ve gelişen bir sistem olmasını sağlar. Zira hukuk, sadece mevcut düzeni sağlamakla kalmaz, aynı zamanda bu düzenin zamanla nasıl evrileceğini, daha adil ve doğru bir hale nasıl getirilebileceğini de gösteren bir rehber işlevi görür. Bilinen pek çok dilde hukuk ile yasa arasında kavramsal bir ayırımın olması, pratik hayatın yasalarla düzenleniyor olmasına realitesine karşın, yasa ile hukukun asla özdeşleştirilemez doğasına atıf yapar. Yasa, hukukun belli bir zamanda, muayyen bir vakitte, tayin edilmiş insanlar tarafından uygulanmasıdır. Uygulama ise hukukun bir parçası veya pratikteki karşılığı olabilir ama hukukun kendisi olamaz.

Şair İsmet Özel yasa ile adalet arasındaki gergin ilişkiyi şairin zihnine malum olduğu kadar şöyle ifade eder; Yasa mı? Kimin için? Neyi berkitir yasa?/ İster gözünü oğuştur, istersen tetiği çek / idam mangasındasın içinde yasa varsa./ Girmem, girmedim mangalara / Yer etmedi adalet/ duygusu/içimde benim / çünkü ben / ömrümce adle boyun eğdim. (Sebeb-i Telif)

Bu iki kavram arasındaki gerilim, insanlık tarihindeki hukuk ve adalet anlayışlarının evrimiyle doğrudan ilişkilidir. Modern toplumlarda, hukukun genellikle epistemik bir çerçevede şekillendiği ve yasaların teknik ve bilgi temelli bir düzlemde ele alındığı görülmektedir. Ancak, ontolojik ahlak, bu hukuki düzenin daha derin bir ahlaki ve insani temele dayanması gerektiğini savunur. Adaletin yasalarla tanımlanması, toplumsal düzenin işleyişi için gereklidir. Ancak, yasaların adaleti sağlaması, yasaların doğruluğu ve meşruiyeti ile ilgilidir. Epistemik hukukun doğruları ile ontolojik ahlakın insana ve topluma dair daha derin değerleri arasında bir denge kurulması, adaletin gerçek anlamda sağlanmasını mümkün kılabilir. Adaletin yasası, hukukun temelini oluşturur, ancak bu yasaların adaletli olması, sadece bilgiye değil, aynı zamanda insanın varoluşsal değerlerine ve toplumsal bağlamdaki ahlaki anlayışlara dayanmalıdır. Bu noktada, ancak epistemik hukukun ötesine geçerek ontolojik ahlakı içeren bir hukuk anlayışı, gerçek adaletin mümkün olabileceği bir yol olabilir.

İki kişinin bir anlaşmazlık dolayısıyla yasalara başvurması halinde epistemik hukuk matematiksel ve mekaniksel olarak haklı ile haksız arasındaki ayırımı bulma iddiasına girişir. Ontolojik ahlaka dayalı doğal hukuk ise aralarında meydana gelen anlaşmazlığın doğurduğu husumeti ortadan kaldırmaya çalışır. Anlaşmazlığın yasal düzlemde çözülmesi ahlaki düzlemde husumetin ortadan kaldırılmasını garanti etmemektedir. Hatta bugün mahkemelerde pek çok dava “çözüme kavuşturulmakta” ama taraflar arasındaki husumet mahkemelerde bahis konusu bile edilmemektedir.[9] Epistemik hukuk yasal bir şiddet üretir. Salt bilgiye dayalı, hayatın doğal akışından kopuk, vakıalar arasındaki neden-sonuç ilişkilerinden bağımsız, vicdana kapalı, ahlaka uzak, “kara kitaptaki” soğuk yasalar adaleti bir amaç olmaktan çıkardığı için üreteceği tek şey şiddet olacaktır. Epistemik hukuk, hayatın doğasındaki müphemiyeti fark ederek anlam ve yorum zenginliği üreteceği yerde bilginin kesinliğin görüntüsü altında güce dayanarak hayatı dondurmaya ve öldürmeye çalışır.

Alev Alatlı epistemik hukuk yerine ontolojik ahlak vurgusunu yasal olan ile helal olan arasındaki ayırımın varlığı ile izah eder. “Her yasal hak helal değildir, olamaz. İmar ruhsatı olan bir müteahhit şehrin ırzına tecavüz ederken yasal olarak suçsuzdur ama yaptığı iş helal değildi. Keza raf ömrünü uzatmak için ekmeğin içine kanserojen madde koyan fırıncının yaptığı ambalajın üzerine koyduğu sürece yasal dolayısıyla suçsuzdur, ama helal değildir. Bir kalem darbesiyle atar ergenleri sokağa döken yazar, alevler afakı sardığında suç mahallinde değilse, olayları evinden seyrettiğini ispat edebiliyorsa yasal olarak suçsuzdur ama helal değildir yaptığı”[10]

Epistemik hukuk, hukuki pozitivizmdir. Pozitivist hukuk anlayışı, genellikle hukuk kurallarının yalnızca devlet otoritesinin gücüyle ve kuralların uygulanmasıyla bağdaştırılmasını savunur. Bu bakış açısına göre, hukuk sadece belirli normlar ve kurallar bütünü olarak görülür ve bu kurallara uymak, güçlünün iradesine boyun eğmekle eşdeğer kabul edilir. “Türkiye’ de pozitivist hukuk ideolojisi lisan-ı hal ile şunu der: “Bana uyun çünkü ben güçlüyüm”. İtaate çağrının dayanağı ne ahlaktır ne de toplumsal memnuniyettir. Toplum da lisan-ı hal ile “Sana uyarız ama gücünün yetmediği yerde uymayız” diye cevap verir. Hikmetsizliğe hikmetsizlikle, zorbalığa menfaatçilikle karşılık verir. En düşük kültür seviyesinde, kaba ve içgüdüsel bir zihniyet içinde konumlanır. Onun için Türkiye’de hukuk istikrarla uygulanmaz. Toplum ikna edilmemiştir. Toplumsal kabulün metafizik doğasını es geçen hukuk ideolojisi Türkiye’ de aceleyle sonuç almaya çalışırken ilkesizliği kronik hale getirmiştir.”[11]

Bugün cari anlayışa göre hukuk, soyutluk ve görecelilik ifade eden unsurlardan temizlenmelidir ki buna dinden başka ahlak da dâhildir. Ahlak gibi bilimsel ve objektif olmayan, soyut ve sübjektif bir alan; ilerleme yolundaki toplumun mekanizması olarak kurgulanan hukukta yer almamalıdır. Pozitivist altyapı, her alanda olduğu gibi hukukta da modemist dönemin modasıdır. Soyut referansların istismarına tepkiyle soyut olanı terk ederken soyut realitelerden kopmak cehaleti modernizmin alamet-i farikasıdır.[12] Zaten hukuk özünde ahlaki bir emirdir. Hâlbuki hemen tüm hukuka giriş kitapları hukuk ile ahlakın arasını açmaktadır. Söz konusu eserlerde hukuk normlarının din ve ahlak normlarından farklı olduğu özellikle vurgulanmaktadır. Yoksa bu vurgular derinlerdeki benzerliği, gücün zorlayıcı etkisini gizlemek için midir? Neden hiçbir hukuka giriş kitabı “Egemenler emrettiği için hukuk vardır ve siz de emirlerin gerçekleştiricisi olmak için bu kitabı okuyorsunuz. Bunun ötesinde dayanak aramayın” dememektedir? Sadece belli bir ülkenin zihin bariyerleri içinde anlamlı olan, sınırların bir metre ötesinde bile tamamen anlamsız olabilen düzen dayatmaları hukuk nosyonu adı altında nasıl sistematik bir sosyal mühendisliğe dönüşebilmektedir? Bu kuvvet, ancak insanların itaatte buldukları faydayla açıklanabilir. Pozitif hukuk, etkisini insanların itaati menfaatli bulmasına borçludur. Pozitif hukuka bunun dışında yüklenen aşkın anlamlar retorikten ibarettir.[13]

Bugünün dünyasında hukuk yasalara indirgenmiş, yasalar ise epistemik prosedürlere indirgenmiştir. Gelecek ise adaletin olduğu bir dünyada anlamlı bir beklentiye ve sürece dönüşebilir. Zamana aykırı ama geleceğe uyumlu bir düşünce ve ahlak inşa etmemiz, bugünle çatışmamızı ama gelecekle barışmamızı sağlayabilir. Yasanın neden var olduğu sorusu ontolojik, uygulanması ise teknik bir sorundur. Ontolojik sorunlar çözülmeden teknik sorunlar çözülemez. Ahlak bir hukuk hatta yasa haline geldiğinde varlığını ve anlamını yitirebilir. Zira artık özgür bir insanın iradesiyle yaptığı bir eylemden çıkıp zorunluluğa dönüşebilir. Zorunluluğun olduğu yerde de ahlaktan söz edilemez. Ama hukukun ahlaki ilkeleri ve amacı göz önünde bulundurması, hatta bunu içkin bir karakteri haline getirmesi gerekir.

 

 

[1] Capra, Fritijof & Mattei, Ugo, Hukukun Ekolojisi Doğa ve Toplumla Uyumlu Bir Hukuk Sistemine Doğru, Çev. Ebru Kılıç, İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları 2019, s. 31.

[2] Capra, & Mattei, Hukukun Ekolojisi, s. 23.

[3] Burada kastedilen “doğal hukuk” Aristoteles’in anladığı anlamda kullanılmıştır. Bkz. O. Vahdet İşsevenler, Doğal Hukuk Sorunu Aristoteles’in Politikası & Hobbes’un Leviathan’ı, İstanbul: Pinhan Yayınları 2021.

[4] Capra, & Mattei, Hukukun Ekolojisi, s. 25.

[5] Capra, & Mattei, Hukukun Ekolojisi, s. 37.

[6] Capra, & Mattei, Hukukun Ekolojisi, s. 38.

[7] Capra, & Mattei, Hukukun Ekolojisi, s. 38.

[8] Capra, & Mattei, Hukukun Ekolojisi, s. 39.

[9] Nisbett, Richard E. Düşüncenin Coğrafyası – Doğulular ile Batılılar nasıl -ve neden- Birbirinden Farklı Düşünürler?, Çev. Gül Çağalı Güven. İstanbul: Varlık Yayınları, 2017, s. 148-149.

[10] Alev Alatlı.

[11] Kaya, Emir, Hukuk Zihniyeti, Ankara: Siyasal Kitapevi 2018,  s. 247.

[12] Kaya, Hukuk Zihniyeti, s. 231.

[13] Kaya, Hukuk Zihniyeti, s. 116.