ABD, Britanya İmparatorluğu’nun dağılmasını ne ölçüde hızlandırdı?

Wilson Prensipleriyle İngiliz İmparatorluğunun Mücadelesinin Hikâyesi

 

‘Şunu bilmenizi isteriz ki, savaşmamızın sebeplerinden biri Britanya İmparatorluğu’nu ayakta tutmak değildir. Bunu bu kadar açık söylemek istemezdik ama yanılsamalara kapılmanızı da istemiyoruz. Stratejistleriniz imparatorluğunuzu korumak için savaş planlıyorsa, eninde sonunda kendilerini yalnız bulacaklardır […] Hindistan’da yaptıklarınıza bakınca, biz nasıl ‘ilkelerden’ söz edip askerlerimizin gözlerinin içine bakabiliriz?’

 

“Büyük Britanya bir imparatorluk kaybetti ve henüz yeni bir rol bulamadı.”

– Eski ABD Dışişleri Bakanı Dean Acheson

 

St Hugh’s Collage

University of Oxford

 

Kaynak: https://www.st-hughs.ox.ac.uk/wp-content/uploads/2023/02/JW-Essay-3.pdf

 

Geriye dönüp gerçeklere bakıldığında, 3 Aralık 1962’de eski ABD Dışişleri Bakanı Dean Acheson tarafından West Point’teki askeri öğrencilere hitaben yapılan konuşmanın neden Birleşik Krallık’ta bu kadar öfkeye yol açtığını anlamak zor görünebilir. The Daily Telegraph, Bay Acheson’un “giyimde kusursuz ama yargıda değil” derken, The Daily Express “sırtımızdan bıçaklandık”[i] diye homurdanmıştı. The Spectator daha ölçülü davranarak, rahatsız edici ifadenin ‘savaştan bu yana İngiliz politikasını inceleyen herkesin kabul etmesi gereken açık bir gerçek’[ii] olduğunu belirtse de, genel öfke duygusu o kadar yaygındı ki Whitehall (İngiliz Hükümeti), ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan Bay Acheson’un sözleriyle ima ettiği tutumdan uzaklaşan bir açıklama yapmasını talep etti ve ABD Dışişleri Bakanlığı da 6 Aralık’ta bu talebi belli belirsiz yerine getirdi. Fakat hasar verilmişti bir kere; Acheson, 1960’lara girerken Britanya’nın hâlâ büyük bir güç olduğu yönündeki yaygın efsaneye doğrudan bir saldırı gerçekleştirmişti. Bu aynı zamanda Başbakan Harold Macmillan’ın; Britanya’nın, Amerika’nın Roma’sının Antik Yunanı olduğu ve tıpkı Macmillan’ın Başkan Kennedy’ye yaptığını hissettiği gibi, yeni süper güce daha kültürlü ve köklü bir büyüğün tavsiyesini sunduğu, ‘Özel İlişki’ye olan bağlılığına örtük bir eleştiriydi. Ancak o dönemde olduğu gibi bugün de ‘Özel İlişki’, iki ülke arasında karşılıklı dostluğu ima etse de bunun somut kanıtları her zaman belirgin değildi. İkinci Dünya Savaşı sırasında iki ülke arasında var olan Anglofon, demokratik kardeşlik görüntüsünün arkasında ise Britanya ile Amerika arasında muazzam bir güç transferi gerçekleşiyordu. ABD’nin bu savaş sırasında İngiltere’ye gönülsüzce sağladığı yardım, İngiltere’nin imparatorluğundan vazgeçmesi pahasına gerçekleşti ve böylece ABD dış politikasının uzun süredir var olan, ancak iyi tanımlanmamış hedefi gerçekleşmiş oldu ve bu hedef 1941 Atlantik Bildirgesi’yle sonuçlandı. Ancak 1945’ten sonra büyük güçlerin reelpolitika gerçekleri, ABD tarafından, kendi kaderini tayin hakkının idealist bir şekilde savunulması ile Soğuk Savaş’ın Sovyetleri çevreleme gereklilikleri arasındaki uçurumu kapatmaya çalışan dış politikasının uyumsuz doğasını giderek daha fazla açığa çıkardı. Ancak bu tutarsızlıklar göz ardı edilemeyecek kadar büyüdüğünde, Britanya İmparatorluğu çoktan ölmüş ve gömülmüştü; bu büyük ölçüde ve sessizce Amerika Birleşik Devletleri tarafından başarılmış bir işti.

Amerikalıların İngiltere ve İngiliz imparatorluğuna yönelik duygularını genelleştirmek kolaydır, ancak bu duyguların karmaşıklığı, üzerinde biraz düşünülmeyi hak ediyor.  Amerikan Bağımsızlık Savaşı’ndan bu yana ABD’de etkili bir Anglophile (İngiliz yanlısı) eğilim hep var olmuştur. On Üç Koloni’deki insanların belki %20’si Bağımsızlık Savaşı sırasında İngiliz Kraliyetine sadık kaldı ve o zamandan beri, özellikle New England bölgesinin Protestan kuruluşları arasında, Britanya ve İngiliz  imparatorluğunun kendi kültürel ve politik miraslarının önemli bir bölümünü temsil ettiğini kabul eden küçük ama önemli bir grup kaldı. General MacArthur’un, komutası altındaki İngiliz imparatorluk birliklerini,  ‘ırkımızın ölümsüz geleneğine layık’[iii] olarak dönemin Birleşik Krallık Başbakanı Clement Attlee’ye övmesi bu minvaldendir. Akrabalık ve kültür bağları derindi ve bu durum Churchill’in kendisinin Anglo-Amerikan olmasıyla da belirginleşiyordu. Ancak İngilizlere duyulan saygı, imparatorluklarına duyulmuyordu.[iv] Demokratik özyönetim anlayışına karşı çıkan, iyi niyetli, pederşahi sömürge yönetimi kavramı bile Amerikan siyasi geleneğinin temel ilkelerine aykırıydı. Bu geleneğin temel metni olan ABD Anayasası’nda bu tutum açıkça görülmektedir: Haklar Bildirgesi ile atası olan 1689’daki İngiliz Haklar Bildirgesi arasında açık bir devamlılık vardır; hatta Magna Carta’ya ABD’de öylesine büyük bir saygı duyulmaktadır ki, 1957’de Runnymede beldesinde Magna Carta anıtını diken Amerikan Barolar Birliği’dir. Ancak Amerikan Cumhuriyeti’nin temelleri, imparatorluk yönetiminin adaletsizliğine karşı bir tepki olarak atılmıştı. Bu örtük kolonyalizm düşmanlığı, Life dergisinde Ekim 1942’de yayımlanan “İngiltere Halkına Açık Mektup”ta açıkça dile getirildi[v]:

‘Şunu bilmenizi isteriz ki, savaşmamızın sebeplerinden biri Britanya İmparatorluğu’nu ayakta tutmak değildir. Bunu bu kadar açık söylemek istemezdik ama yanılsamalara kapılmanızı da istemiyoruz. Stratejistleriniz imparatorluğunuzu korumak için savaş planlıyorsa, eninde sonunda kendilerini yalnız bulacaklardır […] Hindistan’da yaptıklarınıza bakınca, biz nasıl ‘ilkelerden’ söz edip askerlerimizin gözlerinin içine bakabiliriz?’

Japonya’nın o yılın mayıs ayında adaları ele geçirmesiyle ABD’nin o dönemde Filipinler üzerinde boşa düşen bir egemenlik iddiasında bulunduğu göz önüne alındığında bu sözlerdeki samimi ahlaki öfke tonu tuhaf görünebilir. O dönem ABD’nin elinde olan Filipinlere 10 yıllık geçiş dönemi sonrasında bağımsızlık öngören 1934’teki Tydings-McDuffie Yasası’na Kongre sadık olmasına karşın vaat edildiği gibi 1946’da bağımsızlık günü geldiğinde, bu bağımsızlık Amerika’nın çok önemli ticari avantajlara ve askeri üslere sahip olması şartıyla gerçekleşti; bu uygulama, İngiltere ile Mısır Krallığı arasındaki ilişkiden pek de farklı değildi. Bu çelişkilerin cehaletten mi yoksa ikiyüzlülükten mi kaynaklandığını anlamak zordur. Sonuçta, ABD Dışişleri Bakanlığı her ikisini de yapabilecek kapasitedeydi: örneğin, Kanada’nın Londra’dan yönetildiği şeklindeki yanlış inanç o kadar yaygındı ki, Eylül 1939’da, uzunca bir süre ABD Dışişleri Bakanı olan Cordell Hull, Kanada Başbakanı William Lyon Mackenzie King’e, İngiltere’nin savaş ilanının Kanada’nın da Almanya ile savaşta olduğu anlamına gelip gelmediğini telefonla sormak zorunda kalmıştı. Bununla birlikte, nihayetinde kolonyalizme karşı ideolojik muhalefet ile muhtemelen çelişkili bir şekilde Amerika’nın nüfuzunu genişletme zorunluluğunun birleşimi, Washington’ın İkinci Dünya Savaşı sırasında Britanya İmparatorluğu’na karşı tutumunu şekillendirecekti. Emperyalizme karşı ideolojik muhalefet, Amerika’nın kendi nüfuz alanı olarak gördüğü bölgelerdeki (Küba, Porto Riko, Filipinler vb.) davranışları göz önüne alındığında ne kadar ikiyüzlü görünse de, gerçekti: Roosevelt oğluna ‘sömürge sistemi savaş demektir’ demiş ve Kazablanka konferansına giderken kısa bir süreliğine ziyaret ettiği İngiliz sömürgesi Gambiya’yı ‘cehennem çukuru […] hayatımda gördüğüm en korkunç şey’[vi] olarak tanımlamıştı. Amerika’nın ekonomisi ve askeri gücü İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere’ninkini geride bırakarak büyüdüğünde, Woodrow Wilson’ın Versay’dan sonra yapmaya çalıştığı ve başaramadığı özyönetim, özgürlük ve demokrasi gibi yüce idealleri gerçekleştirmeye doğru ilerlemek aniden mümkün hale geldi. Bu anlamda Roosevelt, kısa vadede Mihver Devletleri’ne karşı verdiği yalnız mücadelenin baskısı altında zorlanan İngiltere için bir lütuf olsa da, uzun vadede küresel üstünlüğüne yönelik nihai bir lanete dönüşen Wilsoncu müdahaleciliğin muzaffer dönüşünü temsil ediyordu.

2 Eylül 1940’taki Muhripler Karşılığı Üsler Anlaşması, ABD’nin Britanya’nın zaferini ama imparatorluğunun yenilgisini hedefleyen politikasının ilk örneğiydi. Anlaşma, elli eski Amerikan muhribinin, Amerika kıtasındaki Britanya topraklarında 99 yıllık üs kiraları karşılığında Kraliyet Donanması’na verilmesini öngörüyordu. Churchill, Mayıs 1940’ta Roosevelt’ten, beklenen Alman işgalinden İngiliz kıyılarını korumak için “elli eski muhripten kırkının ödünç verilmesini” istemişti.[vii] ABD Donanması’nın bile kullanamadığı muhriplerin verilmesinin sonunda kabul edilmesinin ardındaki ağır şartlar, büyük ölçüde Roosevelt’in Aralık 1941’deki Pearl Harbor olaylarına kadar İngiltere’ye yardım sağlanması konusunda kendilerine karşı mücadele ettiği Kongre’deki güçlü izolasyonist lobiden kaynaklandı. Alınan üsler, Roosevelt’in anlaşmayı tamamen kendi çıkarına göre sunmasına ve Kongre’ye bunu ‘ciddi bir tehlike karşısında kıta savunması için çığır açıcı ve kapsamlı bir hazırlık eylemi’ olarak tanımlamasına olanak sağladı. Üsler İçin Muhripler Anlaşması, İngilizlerin çaresizliğinden çıkar sağlama girişimi olmaktan çok, Roosevelt’in Washington’daki zor siyasi durumu göz önünde bulundurarak elinden gelen yardımı sağlamasının bir yolu olsa da, savaşın geri kalanında Amerikan yardımının niteliği için bir şablon oluşturdu.

Bu şablon en çok, 11 Mart 1941 tarihli Ödünç Verme ve Kiralama Yasası’nda (resmî ve anlamlı bir biçimde ‘Amerika Birleşik Devletleri’nin Savunmasını Teşvik Etme Yasası’ olarak adlandırılmıştır) ve Amerikan mali yardımlarının genel yapısında uygulanmıştır. Bu yasanın Britanya açısından ne kadar ağır şartlar taşıdığını anlamak için benzer yardım programlarıyla karşılaştırmak öğretici olacaktır. Haziran 1941’de Sovyetler Birliği’nin işgalinin ardından, Britanya ve Sovyet hükümetleri arasında hızla bir anlaşma yapılmış, bu anlaşma daha sonra Amerika’nın da Aralık ayında katılacağı Müttefik koalisyonunun temelini oluşturmuştur. Bu anlaşma kapsamında, Atlantik konvoylarıyla Britanya’dan Rusya’ya taşınan yardım tamamen ücretsizdi ve 1941’in sonuna gelindiğinde Sovyetlerin hizmetteki orta ve ağır tanklarının %25’i bu yardımlar sayesinde sağlanmıştı. Buna karşılık, Washington’un İngiltere’ye yardım göndermeyi kabul etmesi o kadar uzun sürdü ki, Ödünç Verme ve Kiralama Yasası Kongre tarafından onaylandığında, Amerikan silahlarının karşılığı olarak ödenmek üzere Kanada’ya konvoylar halinde 120 milyar sterlin değerinde altın ve tahvil gönderilmişti; bu, tarihteki en büyük maddi servet hareketiydi.[viii] Eylül 1940’ta, iyi niyet yaratmayı amaçlayan bir girişimle, Sir Henry Tizard başkanlığındaki bir İngiliz heyeti, her ikisi de ABD askeri teçhizatı üzerinde dönüştürücü bir etkiye sahip olacak teknolojiler olan radar için kullanılması gereken boşluklu magnetron ve Frank Whittle’ın jet motoru üzerindeki çalışmaları da dahil olmak üzere İngiliz teknolojik gelişmelerinin ayrıntılarını paylaşmak üzere Amerika Birleşik Devletleri’ne gitti ancak bu heyet ve beraberindeki bilgiler, Capitol Hill’deki kalpleri ısındırmaya yetmedi. Ancak ertesi yılın Mart ayında, İngiltere’nin kamusal ve özel serveti savaş nedeniyle neredeyse tamamen tükendikten sonra, Roosevelt İngiltere’nin savaşmaya devam etmesini istiyorsa bir yardım programı kaçınılmaz hale geldi. Ancak yardım nihayet geldiğinde, cömertçe geldi; toplamda 300 milyar sterlin civarındaydı ve geri ödeme zorunluluğu yoktu. Ancak İngiltere sanayisinin savaş zamanı üretiminin ötesine geçmesini sağlayacak kadar da cömertçe değildi ve bunun bedeli 1945’te ortaya çıkacaktı. Ayrıca, Antlaşmanın Yedinci Maddesi, İngiltere’nin ‘ayrımcılığı’, yani İmparatorluk genelinde düşük gümrük tarifeli ticarete izin veren kolonyal tercih sistemini ortadan kaldırmasını şart koşuyordu.[ix] Hindistan Bakanı Leo Amery, bunun ‘Britanya Milletler Topluluğu’nun doğal siyasal hakkının’ feda edilmesi olduğunu üzülerek dile getirdi.[x] Elbette, İmparatorluğun 1939’daki haliyle savaştan sağ çıkacağı düşüncesi son derece yanlıştı. ABD Dışişleri Bakanlığı bu sırada, Washington’un seçeceği yeni bir ekonomik sistemi Britanya’ya ve diğer ülkelere dayatmaya karar vermişti; bu sistem, 1944’te Bretton Woods Konferansı’nda para birimiyle ilgili olarak ve 1947’de Gümrük ve Ticaret Genel Anlaşması’nın (GATT) imzalanmasıyla, gümrük engellerinin düşürülmesi ve Britanya ile diğer imparatorluklar için önemli olan tercihli tarifelerin kaldırılmasıyla şekillenecekti. Napolyon Savaşları döneminde, Koalisyonların en zengin ve askeri saldırıya maruz kalma açısından en az tehlikede olan üyesi İngiltere, mali kaynakları güvence altına almak için o kadar büyük çaba sarf etmişti ki, gelir vergisi getirildikten sonra bile borçluluk GSYİH’nın %200’ünü aşmıştı. Artık işler tersine dönmüşken, Amerikan mali yardımı öyle bir boyuttaydı ki, 1945’te İngiliz hükümetinin borcu GSYİH’nın %270’ine ulaştı ve bunun büyük bir kısmı Amerikalı alacaklılara aitti. Ödünç Verme ve Kiralama Yasası tek başına değerlendirildiğinde cömertti. Gerçekte, bu plan o kadar gecikmişti ki, uygulamaya konulduğunda muhtemel alternatif olarak, Birleşik Devletler için felaket sonuçlar doğuracak olan İngiliz savaş çabası dağılmak üzereydi. Bu gecikme, Amerikan hükümetinin kasıtlı bir politikası değil, Beyaz Saray’a kıyasla çok daha yalıtımcı ve tarafsızlık yanlısı olan yasama organının engellemeleri yüzündendi. Kasıtlı olan şey, imparatorluk tercihlerinin sona ermesi konusundaki ısrar ve savaş sonrası dünyada Amerika’nın çıkarına olacak yeni bir ekonomik sistemin örtük biçimde dayatılmasıydı. Sovyetler Birliği ile zorunluluktan doğan ittifaka benzer şekilde, İngiltere’nin dünyadaki yeri konusunda varılan ortak zemin, 1945’te düşmanlıkların sona ermesiyle büyük ölçüde sona erdi. Roosevelt şahsen, hükümeti ve yönettiği ülke, siyasi felsefe düzeyinde, imparatorluğun doğasında var olan adaletsizliğe o kadar karşıydılar ki, bu durumu düzeltme fırsatının boşa gitmesine izin veremezlerdi.

Eğer Ödünç Verme ve Kiralama Yasası’nın kabulüyle Britanya ile Amerika arasındaki yeni maddi ilişki kesinleşmiş ve Britanya’nın süper güç statüsünü kaybettiği onaylanmışsa — çünkü artık yabancı bir gücün dostluğu olmadan varlığını sürdüremiyordu — Atlantik Bildirgesi bu gücün törensel devrini temsil ediyordu. Sembolizm açısından zengin bir etkinlikte, Churchill ve Roosevelt, Üsler İçin Muhripler Anlaşması kapsamında ABD’ye bağışlanan bir Deniz Üssü’nün bulunduğu yer olan Newfoundland’daki Placentia Körfezi’nde sırasıyla HMS Prince of Wales ve USS Augusta gemilerinde bir araya geldiler ve Ağustos 1941’de üç gün burada kaldılar. Ortaya çıkan ortak bildiri sekiz madde içeriyordu; bunların çoğu savaş sonrası dünyayı iyileştirmeye yönelik tartışmasız çağrılardı. Ancak bunlardan biri, Britanya emperyalizmi açısından özellikle sorunlu olacaktı: ticaret engellerinin azaltılması yönündeki tekrarlanan çağrıların yanı sıra, Bildirge’nin üçüncü maddesi şöyle diyordu: ‘[Taraflar] bütün halkların, yaşayacakları yönetim biçimini seçme hakkına saygı gösterirler; zorla ellerinden alınmış egemenlik haklarının ve öz yönetimlerinin iade edilmesini görmek isterler.’ Churchill’in, Britanya’yı bu taahhütten muaf tutmak için yaptığı beyhude girişimlere rağmen, bunun imparatorluk üzerindeki etkileri açıktı. Başbakan, imparatorluğun ‘kenara itildiğini ya da uçurumun eşiğine sürüklendiğini’[xi] üzülerek ifade etmişti. Üstelik ABD Dışişleri Bakanlığı yetkilileri, sömürgelerin bağımsızlığa yönlendirilmesi için bir çerçeve oluşturacak ‘vesayetler’ sistemleri fikrini tartışıyorlardı. Britanyalılar, bunun Washington’un sömürgeler üzerinde ekonomik hatta politik hâkimiyet kurmaya yönelik bir başka girişiminden ibaret olduğunu düşündüler; Sömürgeler Bakanlığı, Amerika’nın kendi kontrol ettiği sömürgeler hakkında ‘bağımlılarını siyaseten “bağımsız” kılmaya ama onları ekonomik olarak tamamen kendine bağlamaya fazlasıyla hazır’ olduğu değerlendirmesinde bulundu. Washington’daki Avustralya temsilciliğinden Alan Watt, Ocak 1944’te, ‘Bu ülkede acımasız bir kolonyalist tutumun geliştiğine dair işaretler’ bulunduğunu yazmıştı. Bu duygular yalnızca Britanya’nın gücendirilmiş müritleriyle sınırlı değildi; sürgündeki Alman-Yahudi ekonomist Moritz Bonn da Amerika’nın ‘modern Anti-kolonyalizmin beşiği ve aynı zamanda güçlü bir imparatorluğun kurucusu’[xii] olarak çelişkili konumuna dikkat çekmişti. Britanya, o döneme kadar gelişmiş olan mali bağımlılığı olmasaydı, bu taahhütlerden kolaylıkla sıyrılabilirdi. Ancak bu bağımlılık vardı ve giderek artacaktı. Ağustos 1945’te Ödünç Verme ve Kiralama Programı aniden sonlandırıldı ve savaş ekonomisinin sağlamakta zorlandığı gıda gibi temel ürünlerde kıtlık baş gösterdi. Zarar eden bir imparatorluğun garnizonla donatılması ve yeni bir refah devleti kurulması gibi ikili bir yükümlülükle karşı karşıya olan yeni İşçi Partisi hükümeti, elinde dilenci kâsesiyle J.M. Keynes başkanlığındaki bir heyeti Washington’a göndermekten başka çare göremiyordu. İyi niyet hibesi umutları kısa sürede buharlaştı ve gelen 57 milyar sterlinlik kredi[xiii] 1946’da ancak gönülsüzce verildi. Şartlı kredinin şartları, sterlinin dolara çevrilebilir olmasını gerektiriyor, bu da pound üzerindeki baskıyı daha da artırıyordu. Savaşın sonunda Keynes, Britanya’nın denizaşırı varlıklarındaki kaybın, ABD’ninkinin otuz beş katı olduğunu hesapladı.[xiv] İmparatorluk tercihleri artık mümkün değildi, Britanya’nın cömertliği de kalmamıştı; imparatorluğu bir arada tutan bağlar hızla çözülüyordu.

Bu, milliyetçi hareketlerin sömürgecilik sonrası süreçte önemli bir rol oynamadığı anlamına gelmiyor. Ancak ulusal bilincin uyanışı, özellikle Hindistan’da, yeni bir olgu değildi: Hindistan Ulusal Kongresi ilk olarak 1885’te toplandı ve daha küçük, açıkça Hint milliyetçisi örgütler bu tarihten birkaç yıl önce de var olmuştu. Bununla birlikte, Gandhi liderliğindeki INC’nin (Indian National Congress) 1920’li ve 1930’lu yıllarda yürüttüğü şiddet içermeyen kampanyalar büyük bir halk desteği toplamıştı ve 1930’lu yıllarda Hindistan’ın bir dereceye kadar kendi kendini yönetmesinin gerekliliği açıkça ortaya çıkmaya başlamıştı. Clement Attlee de uzun süredir öz yönetime bağlıydı; on yıldan fazla bir süre önce Hindistan’daki anayasal reformlar üzerine çalışan Simon Komisyonu’nun bir üyesiydi. Ancak, İngiltere’nin alt kıtadaki olayları kontrol etme kapasitesinin hızla azalması, özellikle de kendisine uygulanan mali baskılar, hükümetin planlarını değiştirmesine neden oldu; 1948’de hakimiyet statüsü vermek yerine, 1947’de tam bağımsızlık tanınacaktı. Müslümanlar ile Hindular arasındaki gerginliğin kontrol altına alınması imkânsız hale gelince, birleşik Hindistan’a dair daha önceki umutlar da suya düştü. Sonuçta ortaya çıkan bölünme bir fiyaskoydu: Yüz binlerce insan bu kaosun içinde öldü; bu ölümler, siyasi çıkarcılığın ve dar görüşlülüğün kurbanları olduğu kadar, kötü niyetli etnik çatışmaların da kurbanıydı. Ancak Amerika açısından, Hindistan’ın bağımsızlığı, Britanya İmparatorluğu’na yönelik politikasının bir zaferiydi.[xv] Roosevelt, savaş sırasında Churchill’e Hindistan’ın özyönetimi için başarısız bir lobi faaliyeti yürütmüştü ve İngiltere’nin en değerli varlığının bağımsızlığa kavuşması, gecikmiş de olsa, merhum Başkan’ın emperyalizm karşıtı ideallerinin meyvesini temsil ediyordu.

Ancak, Soğuk Savaş’ın reelpolitik gerçeklerinin, ABD’yi İngiliz sömürgeciliğinin sona ermesine yönelik daha pragmatik bir yaklaşım benimsemeye zorladığı bazı durumlar da vardı. Libya, Batı Çölü Harekâtı’nda İtalya’ya karşı kazandığı zaferin ardından İngilizlerin eline geçmişti. 1940’ların sonlarında Dışişleri Bakanı Ernest Bevin, Libya’nın İngiliz vasalı bir devlet olarak kalmasının, bölgede, İngiltere’nin 1950’lere kadar ileri sürüldüğü gibi Sovyet tehdidine karşı Orta Doğu güvenliğinin başlıca garantörü olarak büyük bir güç olduğu iddiasını destekleyecek kadar güvenli bir dayanak sağlayacağı görüşüne varmıştı. Britanya’nın Amerika nezdindeki itibarı da güçlenecekti. Bu arada Amerikalılar, batıdaki Fransız sömürgelerinde milliyetçiliği körüklemek amacıyla derhal bağımsızlık için baskı yapıyorlardı; böylece onların da bağımsızlığa kavuşarak Fransa’yı bölgeden çıkarabilecekleri umudunu taşıyorlardı. Ancak bu sefer İngiliz görüşü galip geldi. Büyük ölçüde Dışişleri Bakanlığı Yakın Doğu Şefi Loy Henderson’ın nüfuzu sayesinde, Libya’nın federal bir yapıya kavuşturulması, yani doğuda Trablusgarp bölgesi ve batıda Sirenayka bölgesi olmak üzere ikiye bölünmesi kararlaştırıldı. Birincisi, siyasi çalkantılardan çok daha fazla rahatsız olacağından Amerikan nüfuzuna, ikincisi ise İngiliz nüfuzuna girecekti. Dahası, İngilizler hem Washington’a hem de Birleşmiş Milletler yöneticisi Adriaan Pelt’e, bağımsız Libya’nın sterlin bölgesine ait olacağı konusunda ısrar edebildiler; bu, azalan İngiliz nüfuzunun zemininde mütevazı ama açık bir zaferdi. Henderson’ın yaklaşımı bir istisna olabilir, ancak ABD’nin sömürgeciliği sona erdirme arzusuyla Sovyetleri çevreleme zaruretlerini uzlaştırmada karşılaştığı giderek artan zorluklara örnek teşkil ediyordu. Bu sorun en belirgin ve en kötü şekilde, Amerika’nın Fransız seleflerinin yerine kanlı ve beyhude bir savaş yürüttüğü Çinhindi’nde yaşandı. Ancak bu durum bir dereceye kadar İngiliz topraklarında da yaşandı. Washington, Cheddi Jagan’ın İngiliz Guyanası’nda iktidara gelmesini engellemek için Whitehall’a yaslandı; zira Başkan Kennedy’nin komünist sempatizanlığı konusunda büyük ölçüde asılsız korkuları vardı. İran’da 1953 yılında CIA ve MI6, İngiliz petrol varlıklarını millileştirmeyi amaçlayan Muhammed Musaddık’a karşı bir darbenin kışkırtılmasında işbirliği yaptı. Güney Amerika’da her şey kişisel çıkarlardan ibaretti: Kennedy, bağımsız Guyana’da ‘ikinci bir Küba’dan korkuyordu. İran’da ise Amerikan motivasyonu daha az belirgindi: Acheson, iddia edilen Komünist tehdidinin bir dikkat dağıtma[xvi] olduğunu kabul etti ve o dönemde Amerikan petrol şirketlerinden yeni kaynaklar elde etmek için çok az baskı vardı. Muhtemelen iki faktörün birleşimi en önemlisiydi: birincisi, başarı Amerika’ya bölgede cesaretlenen Şah şeklinde faydalı bir müttefik kazandıracaktı (bu amaç geçici de olsa güzelce başarılmıştı ve Şah’ın 1979’daki devrilmesine kadar İran yakın bir müttefik olduğunu kanıtlamıştı); ikincisi, Churchill’in bir önceki yıl Truman’a hatırlattığı gibi, Soğuk Savaş’taki İngiliz yardımı -özellikle Kore’deki yardım- kesinlikle bazı ödüller kazandırdı ve bu da iyi niyet göstergesiydi. Ancak başlangıçtaki motivasyon ne olursa olsun, ABD’nin Şah’ın sarayında elde edeceği baskın nüfuz, bu operasyonun Amerika’nın çıkarlarına fazlasıyla hizmet ettiğini düşündürüyor. Üstelik bu operasyonlar Britanya İmparatorluğu’nun çevresel faaliyetleriydi; İran’ın örneğinde ise, bu faaliyetlerle bir ilgileri yoktu. İngiltere’nin şiddetli ve gerçek bir komünist ayaklanmayla karşı karşıya olduğu Malaya’da Amerika cömertçe silah gönderdi, ancak karşı ayaklanma operasyonunda aktif bir rol almadı. Tamamlanmasının ardından Malaya’ya hızla bağımsızlık verildi. Bu durumda, anti-komünizm ve sömürgeciliğin sonlandırılması aslında birbiriyle uyumluydu: Ayaklanma ne kadar çabuk çözülürse, bağımsızlık o kadar çabuk gelecekti. Ancak daha genel olarak, Amerika, Sovyetleri çevreleme amaçları için gerekli olduğu durumlarda, fiili veya hukuki olarak sömürgeleştirmeyi uzatmaya istekliydi; ancak o zaman bile, uzun vadede sömürgeciliğin geri döndürülemez yönü değiştirilmedi.

Britanya’nın büyük güç olarak gerileme döneminde ve imparatorluğunu kaybederken İngiltere ile Amerika arasında olumlu bir ilişkinin hiç var olmadığı izlenimini vermek doğru olmaz. Ancak Atlantik Bildirgesi ve Ödünç Verme-Kiralama Yasası’nın geniş fırça darbelerinin ardında yalnızca kalıcı bir askerî ittifakın temeli değil, aynı zamanda Eski Dünya’dan Yeni Dünya’ya muazzam bir servet ve güç aktarımı da yatmaktadır. Topyekun savaşın baskıları öyle ağırdır ki, katlanılmaz ittifaklar ve akıl almaz fedakârlıklar bir anda zorunluluk hâline gelir. Britanya’nın 1941’de, varlığını 20 yıl önce askerî güçle ortadan kaldırmaya çalıştığı ve hâlâ uluslararası sosyalist devrim çağrısı yapan Sovyetler Birliği’yle müttefik hâline geldiği düşünülürse, Amerika’yla ittifak kurmak oldukça ılımlı bir adım sayılırdı. Ancak bu ilişkinin gerçek sonuçları küçümsenemez. 1940 ve 1941’de ortaya çıkan, İngiltere’nin yaşama ve ulusal varlığını koruma savaşını sürdürmek için gerekli olan temel ihtiyaçlar konusunda Amerika’ya bağımlılığı, savaş sonrası dönemde İngiltere’nin dünyadaki konumunu geri dönülmez biçimde düşüren ve Britanya İmparatorluğu’nun varlığını sürdürmesini olanaksız kılan bir düzenlemenin oluşturulmasında kullanıldı. Sömürgesizleşme sürecinin tamamlanması birkaç on yıl alacaktı ve Britanya bu sürecin hızını ve doğasını bir ölçüde kontrol edebildi. Ancak Ödünç Verme-Kiralama Yasası öncesinde Amerikan malzemelerini satın almanın olağanüstü maliyeti, kâr getirmeyen sömürgeler için cömert sübvansiyonların artık sürdürülemeyeceği anlamına geliyordu. Ödünç Verme-Kiralama Yasası ve Atlantik Bildirgesi’nin her ikisinde de yer alan imparatorluk tercihinden vazgeçme yükümlülüğü, Kanada ve Avustralya gibi siyaseten bağımsız dominyonları Britanya’ya bağlayan ekonomik bağları çözdü. Bu nedenle 1956’da, Başkan Eisenhower’ın Britanya’yı Süveyş’ten çekilmeye zorlaması karşısında dikkatli gözlemcilerin büyük bir ihanet duygusu hissetmemeleri gerekirdi. En azından 1941 Ağustos’unda Placentia Körfezi’nde yapılan o kader belirleyici buluşmadan beri, Britanya’nın denizaşırı çıkarlarını neredeyse engelsiz biçimde savunma özgürlüğü fiilen sona ermişti. Amerika, Britanya İmparatorluğu’nun üzerine inşa edildiği temelleri yıkmıştı ve yeni ulusların uyanan bilinci ve tükenmiş bir gücün sönmekte olan enerjisinin imparatorluk yapısını sonsuza dek yıkmak için bir araya gelmesi an meselesiydi. Bu yalnızca bir büyük gücün yerini bir başkasının alması değil, aynı zamanda özgür insanların fetih yoluyla değil, kendi seçtikleri uluslara kendi kaderlerini tayin etme yoluyla sahip oldukları, tamamen yeni bir dünya düzeni kurma girişimiydi. Franklin Roosevelt’in yeni Pax Americana’sının Wilson’ın sonsuz barışa dair talihsiz tasarımlarından daha gerçekçi olup olmadığı ya da Theodore Roosevelt’in büyük sopasından daha az güçlü ve hatta emperyalist olup olmadığı ayrı bir sorudur. Ancak 1945’ten beri Britanya’nın yatıştırıcı mitolojisinde, savaşın derinliklerinde Amerika’nın dostluğunu, tiranlığa karşı İngilizce konuşanların kardeşliği ve demokrasisinin saf bir ifadesi olarak düşünmek daha kolaydı. Zira bu mitolojinin büyük bir kısmının yazarı olan Churchill’in de belirttiği gibi, ‘Yenilgi bir şeydir, utanç başka bir şeydir.’[xvii]

 

Endnotes:

[i]Douglas Brinkley, Dean Acheson and the ‘Special Relationship’: The West Point Speech of December 1962 (1990)

[ii]The Spectator, ‘New Power Arising’ (14th December 1962)

[iii]Jan Morris, Farewell the Trumpets: An Imperial Retreat (s. 463)

[iv]‘’

[v]William Roger Louis, American Anti-Colonialism and the Dissolution of the British Empire, from International Affairs Vol. 61, No. 3 (Summer 1985)

[vi]Niall Ferguson, Empire (s. 350)

[vii]Council on Foreign Relations, The Destroyers for Bases Deal

[viii]Bank of Canada, converted to 2022 GBP

[ix]William Roger Louis, yukarıya bkz.

[x]Mansergh et al., The transfer of power, sayı. 3, s. 37

[xi]Ferguson (s. 352)

[xii]‘’

[xiii]2022 Sterlin değerine uyarlandı

[xiv]Morris (s. 466)

[xv]Roger Louis (s. 403)

[xvi]Ervand Abrahamian, The 1953 Coup in Iran

[xvii]Winston Churchill, The Second World War, Volume IV: The Hinge of Fate, Chapter XII, in reference to the Fall of Tobruk

 

Kaynak: https://www.st-hughs.ox.ac.uk/wp-content/uploads/2023/02/JW-Essay-3.pdf

Tercüme: Ali Karakuş