1984’e Geri mi Dönüyoruz?
“Biz dünyada 1 numarayız, onlar ise 2 numara.”
Bu sözler, Başkan Trump’ın 15 Ağustos’ta Alaska’nın Anchorage kentinde Vladimir Putin ile yaptığı sonuçsuz “zirve” toplantısının ardından, Amerika Birleşik Devletleri ve Rusya arasındaki küresel güç politikalarına dair yaptığı açık sözlü değerlendirmeydi. Toplantıya dair yaptığı tüm açıklamalar içinde, Fox News’ten Sean Hannity ile zirve sonrası gerçekleştirdiği röportajda dile getirdiği bu sayısal değerlendirme belki de en açıklayıcı olanıydı—ancak bir yandan da garip şekilde en zor çözümlenebilir olanıydı.
Görünüşe göre Anchorage toplantısının amacı, Ukrayna’da derhal bir ateşkes sağlamak ve kalıcı barışa giden bir yol belirlemekti—ki bunların hiçbiri, elbette, gerçekleşmedi. Bunun yerine Trump, Rusya’nın Şubat 2022’de Ukrayna’yı işgal etmesinden bu yana derin bir donma sürecinde olan ABD–Rusya ilişkilerini onarma çabası içinde görünüyordu.
Hannity, Putin’le yaptığı görüşmenin sonucunu değerlendirmesini istediğinde Trump zaferle, “Bence toplantı 10 üzerinden 10’du,” diye haykırdı. “Şu anlamda: Çok iyi anlaştık ve iki büyük gücün, özellikle de nükleer güçlerin iyi geçinmesi iyi bir şey.” Ardından gelen gözlem ise şuydu: “Biz 1 numarayız, onlar 2 numara.”
Trump Bu Sözle Ne Demek İstemiş Olabilir?
Görünüşte, bu yorum Trump’ın Rusya’yı Amerika Birleşik Devletleri’nden sonra dünyanın en güçlü ikinci ülkesi olarak ilan ettiğini düşündürüyor. Oysa Amerika’nın dünyanın bir numaralı gücü olduğu konusunda pek az kişi itiraz ederken, devasa ekonomisi, genişleyen teknolojik altyapısı ve artan askeri kapasitesi nedeniyle çoğu analist Çin’i dünyanın en güçlü ikinci ülkesi olarak sıralamaktadır. Öyleyse, bu sadece Çin’e yönelik bir sataşma mıydı — süper güç statüsüne yükselişini küçümsemeye yönelik kaba bir yöntem mi? Belki öyleydi, ama muhtemelen bundan daha fazlası söz konusuydu.
Trump’ın kamuoyuna yaptığı pek çok açıklamada olduğu gibi, bu yorumu da hem Putin ile yaptığı samimi sohbetin etkisiyle ortaya çıkan spontane bir çıkış, hem de küresel güç politikası konusundaki uzun süredir sahip olduğu anlayışın bir yansıması olarak görünüyor. Uluslararası ilişkilerden, takım sıralamalarının önemli olduğu beyzbol ya da futbol gibi rekabetçi bir spor dalıymış gibi söz eden Trump, Amerika ve Rusya’nın en üst düzey iki rakip olarak sahip olduğu statüyü kutladı.
Ancak Trump’ın bu yorumundan çıkarılabilecek başka şeyler de var — örneğin, ulusal gücün temel bileşenlerine dair sahip olduğu ön kabuller ve Amerika’nın “1 numara” statüsünü sürdürmeye yönelik stratejisine ilişkin ipuçları.
Küresel Güç Sıralamasını Hesaplamak
Her şeyden önce, bu tür bir küresel güç sıralamasının hesaplanmasında hangi parametreler dikkate alınabilir? Bu konuda ciddi tartışmalar olsa da, analistler genellikle değerlendirmelerini yaparken ekonomik, askerî, coğrafi ve demografik unsurların bir bileşimini esas alırlar.
Trump, Hannity ile yaptığı röportajda, iki ülkenin nükleer güç statüsüne değindi — dolayısıyla işe buradan başlamak yerinde olur. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) en güncel (2024) verilerine göre, ABD ve Rusya, dünyanın en büyük nükleer savaş başlığı envanterine sahiptir ve bu alanda diğer nükleer silahlı güçleri açık ara geride bırakmaktadır. Ve bu kritik alanda, toplam sayılar bakımından Rusya aslında 1 numaradır: tahmini olarak 5.580 nükleer savaş başlığına sahiptir; bu sayı, ABD’nin 5.044 savaş başlığından fazladır. (Bu rakamlar, hem depolanan savaş başlıklarını hem de savaşa hazır kuvvetlerde konuşlandırılmış olanları kapsamaktadır.) Üçüncü en büyük cephaneliğe sahip olan Çin’in 500 savaş başlığı, dördüncü sıradaki Fransa’nın ise yaklaşık 290 başlığı olduğu bildirilmektedir. (Bu noktada, gezegenimizi tamamen yakıp kül etmek ve insanlığın büyük kısmını yok etmek için 5.000 nükleer silah benzeri bir cephaneliğe hiç mi hiç gerek olmadığını hatırlatmak gerekir.)
ABD ve Rusya’nın küresel güç sıralamasında 1. ya da 2. sırada yer aldığı başka hangi alanlar var? Kesinlikle nüfus büyüklüğü ya da Rusya örneğinde olduğu gibi ekonomik güç alanında değil — ki bunların her ikisi de ulusal gücün başlıca bileşenleri olarak kabul edilir.
Nüfus büyüklüğü önemlidir, çünkü daha fazla insan, ekonomik ve jeopolitik genişlemeyi besleyecek daha fazla iş gücü, asker ve girişimci demektir. Küresel eğilimlere dair saygın ve bağımsız bir kaynak olan Worldometer’ın en güncel verilerine göre, ABD (348 milyon nüfusuyla) dünyanın en kalabalık üçüncü ülkesidir; birinci sırada Hindistan (1,5 milyar), ikinci sırada ise Çin (1,4 milyar) yer almaktadır. Rusya ise (144 milyon nüfusla) Endonezya, Pakistan, Nijerya, Brezilya ve Bangladeş’in ardından dokuzuncu sırada gelmektedir. Önemli bir not olarak, düşük doğurganlık oranları, düşen yaşam beklentisi ve çatışmalardan kaynaklı kayıplar gibi etkenler sonucunda Rusya’nın nüfusunun 2050 yılına kadar azalacağı ve bu dönemde Etiyopya, Kongo, Mısır ve Meksika’nın da gerisine düşerek 13. sıraya gerileyeceği öngörülmektedir.
Amerika Birleşik Devletleri, gayri safi yurtiçi hasıla (GSYİH) bakımından —ki bu, ulusal ekonomik kapasitenin başlıca göstergesidir— kesinlikle 1 numara konumundadır. Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) güncel hesaplamalarına göre, ABD 2025 yılında tahmini 30,5 trilyon dolarlık GSYİH ile bu alanda tüm ülkelerin çok üzerindedir. Çin, 19,2 trilyon dolarlık GSYİH ile ikinci sırada yer almakta; onu Almanya, Japonya, Hindistan, Birleşik Krallık, Fransa, İtalya, Kanada ve Brezilya takip etmektedir. Rusya ise 2,1 trilyon dolarlık GSYİH ile listede 11. sırada bulunmaktadır.
Rusya’nın, pek çok büyük güce kıyasla göreli olarak düşük konumu, ulusal gücün diğer araçlarını kullanabilme kapasitesi üzerinde ciddi etkiler yaratmaktadır. Nükleer ve konvansiyonel askeri güç açısından Çin ve ABD’ye yetişmeye çalışsa da, Rusya’nın yıllık askerî harcamaları ABD’nin %15’i, Çin’in ise yaklaşık yarısı kadardır. Bu da, Rusya’nın ABD ya da Çin kadar çok sayıda yüksek teknolojili gemi, uçak ve füze satın alamayacağı anlamına gelir. Ayrıca, Rusya’nın askerî bütçesinin büyük bir kısmı şu anda Ukrayna’daki savaşa ayrılmış durumda olduğundan, bu iki ülkeye kıyasla en gelişmiş konvansiyonel silahları geliştirme ve edinme konusunda daha da geride kalmaktadır.
Rusya ayrıca, gelecekteki ekonomik ve askerî büyümeyi şüphesiz destekleyecek olan yapay zeka, robotik, kuantum bilişim ve diğer ileri teknolojiler alanında gereken devasa fonlara da sahip değildir. Pazar araştırma ve danışmanlık şirketi Spherical Insights’a göre, ABD 2025 yılında yalnızca yeni bilgi işlem kapasitesine 471 milyar dolar ayırarak yapay zekâ alanında dünyanın açık ara önde gelen yatırımcısı konumundadır. Çin, 2025 için tahmini 119 milyar dolarlık yatırımla ikinci sırada gelmektedir; onu Birleşik Krallık, Kanada, İsrail, Almanya ve Hindistan izlemektedir. Rusya ise, yapay zekâya en çok yatırım yapan ilk 10 ülke arasında bile yer almamaktadır — ki bu durum, değişen dünya ekonomisinde rekabet edebilme kapasitesini şüphesiz önemli ölçüde sınırlandıracaktır. Daha da kötüsü, çok sayıda yetenekli yapay zeka teknisyeninin, Ukrayna’da savaşmaya gönderilme riski yerine ülkeyi terk ettiği bildirilmektedir.
Petrol ve Gaz Boyutu
Bu denli önemli veriler ışığında, Başkan Trump’ın Rusya’yı dünyanın ikinci büyük gücü olarak nitelendirmesini hayal etmek oldukça zor. Ancak ne yazık ki, bu sıralamanın gerçekten geçerli olabileceği kritik bir alan var: petrol ve doğal gaz üretimi ile ihracatı.
Enerji Enstitüsü’nün 2025 tarihli Dünya Enerji İstatistikleri Raporu’na göre, ABD bu kategorilerde dünya lideridir; Rusya ise doğal gaz üretimi ve ihracatında 2. sırada, petrol üretimi ve ihracatında ise Suudi Arabistan’ın hemen arkasında 3. sıradadır. Ancak, petrol ve doğal gaz ihracatı aynı ölçü birimlerinde (örneğin varil petrol veya eşdeğeri) hesaplanıp birleştirildiğinde, Rusya Suudi Arabistan’ı geride bırakarak dünyanın ikinci büyük hidrokarbon ihracatçısı konumuna gelir — ve bu da, Başkan Trump’ın “Biz birinciyiz, Rusya ikinci” ifadesinin fazlasıyla isabetli olduğu yegâne alan olur.
Trump gerçekten bunu mu kastetti? Sonuçta, küresel ısınmanın hızını yavaşlatmak için çok gerekli olan karbon içermeyen enerji kaynaklarına —özellikle rüzgar ve güneş enerjisine— yapılan yatırımları caydırırken, petrol ve doğal gaz tüketiminin sürdürülmesini teşvik etmek için küresel bir kampanya yürütmeye niyetli olduğu kuşku götürmez. Örneğin, Trump ile Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen arasında 27 Temmuz’da imzalanan ABD-Avrupa Birliği (AB) ticaret ve gümrük anlaşmasının bir parçası olarak, AB ülkeleri önümüzdeki üç yıl içinde 750 milyar dolar değerinde ABD menşeli sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG), petrol ve nükleer enerji ürünü satın almakla yükümlüdür. Bu adım, 2030 yılına kadar karbon emisyonlarını önemli ölçüde azaltma taahhüdü doğrultusunda fosil yakıt tüketimini azaltma yönündeki AB planlarını açıkça baltalayacaktır.
Fosil yakıt çağını uzatmak ve yeşil enerjiye geçişi yavaşlatmak üzere Rusya ve 3 numaralı petrol ihracatçısı Suudi Arabistan ile kurulacak bir fosil yakıt ittifakı, Trump’ın diplomasisinin nihai hedefi olabilir — ki bu durumda, “1 numara” ile “2 numara” arasındaki başarılı bir görüşmeyi övmek fazlasıyla (kasvetli) anlam taşır. Nitekim, üst düzey Rus yetkililer Beyaz Saray’daki muhataplarıyla ABD-Rusya enerji işbirliği konusunda görüşmeler gerçekleştirmiştir; bu konu Anchorage zirvesinde de tartışılmıştır. 26 Ağustos tarihli Reuters haberine göre, bazı petrol ve doğal gaz ortak girişimi önerileri ilk olarak 6 Ağustos’ta Moskova’da Vladimir Putin ile Trump’ın özel elçisi Steve Witkoff arasında yapılan bir toplantıda gündeme getirilmiş ve bu öneriler Alaska’daki Trump-Putin zirvesinde yeniden ele alınmıştır.
Dünyada fosil yakıt egemenliğini kalıcı kılmak ve yenilenebilir enerji kaynaklarının benimsenmesini bastırmak üzere kurulacak bir ABD-Rusya veya ABD-Rusya-Suudi Arabistan ittifakı, insanlığın kaderi açısından son derece derin ve nihayetinde felaketle sonuçlanacak etkiler doğuracaktır. Böyle bir ittifak, küresel ısınmayı sanayi öncesi düzeyin 2 santigrat derece üzerinde —ki bu zaten felaket eşiğidir— sınırlamakta dünya toplumunun başarısız olmasını neredeyse kesin olarak garanti altına alır. Bilim insanları, gezegenin ekosisteminin daha da yıkıcı ve yaşamı tehdit eden fırtınalar, seller, yangınlar ve kuraklıklar yaratmadan taşıyabileceği maksimum sıcaklık artışının 2 derece olduğunu düşünmektedir.
Gerçekten de böyle bir ittifak, ısınmanın 2 santigrat derecenin çok üzerine çıkmasını neredeyse kesin hale getirerek, er ya da geç, Antarktika buz tabakalarının erimesiyle birlikte kıyı şehirlerinin sular altında kalmasına ve milyarlarca insanın bağlı olduğu gıda ve su sistemlerinin çökmesine yol açacaktır. İnsan uygarlığı böyle felaketlerden sağ çıkabilir mi? Şu anda bunu bilmek zor.
ABD-Rusya-Suudi Arabistan fosil yakıt ittifakı, yalnızca Avrupa’nın iklim değişikliğiyle mücadele taahhüdünü değil, aynı zamanda bağımsız bir Ukrayna’yı da tehlikeye atacaktır. Avrupa, dünyanın önde gelen güneş paneli ve elektrikli otomobil üreticisi ve yenilenebilir enerji kaynaklarını diğer tüm ülkelerden daha hızlı şekilde kuran (her ne kadar rekor düzeyde kömür de tüketse) Çin ile bir yeşil enerji ittifakına katılmayı tercih edebilir. Bu da, elbette, Başkan Trump’ın ağır ABD gümrük vergileri ve diğer cezalandırıcı önlemleriyle desteklenen NATO’nun dağılması riskini beraberinde getirir.
Tehlikeli Bir Gelecek mi?
Trump’ın Sean Hannity’ye yaptığı yorumları yorumlamanın bir başka yolu da George Orwell’in 1949 tarihli (o zamanlar) geleceğe dair çarpıcı distopik romanı 1984 üzerinden geçmektedir. Her ne kadar büyük ölçüde, “Büyük Birader” (Big Brother) adlı tanrı benzeri bir yöneticinin Okyanusya (Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’nın birleşimi) halkı üzerinde mutlak denetim kurduğu otoriter bir sistemin tehlikelerine odaklansa da, Orwell’in öngörülü romanı yaygın militarizmi de hedef almıştır. Roman, olayların geçtiği Okyanusya’nın, iki diğer süper devlet olan Avrasya (o dönem Sovyetler Birliği ve uydu devletleri) ve Doğu Asya (Çin ve komşuları) ile sürekli savaş halinde olduğu bir dünya tasvir eder. Okyanusya yurttaşları, o anki düşmanla savaşa hazır olmaları için sürekli teşvik edilmektedir — ve bu düşman, hiçbir açıklama yapılmaksızın bir gün Avrasya, ertesi gün Doğu Asya olabilmektedir.
1984’ün jeopolitiğinde, eski bir düşman yeni bir düşman belirlendiğinde bir anda değerli bir müttefike dönüşebilir. Romanın bir noktasında Avrasya, Okyanusya’nın başlıca düşmanıdır; ancak önceden müttefik olan Doğu Asya yeni düşman olarak ilan edildiğinde, Avrasya sadık bir dost olarak karşılanır. Bugün Trump’ın düşünce tarzını şekillendiren şeyin bu örneğe benzer bir yapı olduğunu hayal etmek hiç zor değil. Eski Başkan Joe Biden, Rusya ve Çin’i birlikte düşman olarak sınıflandırarak ABD’nin stratejik planlamasını karmaşıklaştırmışken, Trump açıkça Rusya’yı potansiyel bir müttefik olarak görmektedir ve böylece bugünün uluslararası güç hiyerarşisindeki gerçek “2 numara” olan Çin’in küresel etkisini azaltmaktadır.
Rus liderler, Amerikalı yetkililerle yaptıkları görüşmelerde ABD–Rusya yakınlaşmasının avantajlarını düzenli biçimde öne çıkararak, böyle bir olasılığı açıkça teşvik etmeye çalışıyorlar. Bununla birlikte, Ukrayna’yı ele geçirme çabalarında ekonomik ve diplomatik destek açısından Çin’e olan bağımlılıklarını hiçbir şekilde terk etmiş değiller — bu tutum, Putin’in 2 Eylül’de Pekin’de Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ile yaptığı görüşmede Rus-Çin ittifakını övgüyle anmasıyla da pekişmiştir. Ancak bu, Trump ve danışmanlarının Moskova’yı Pekin’in aleyhine Washington’un yörüngesine çekme şansını düşük gördükleri anlamına gelmiyor. Aksine, bu hedef Trump’ın Anchorage’da Putin ile yaptığı görüşmenin ve genel olarak ABD’nin Rusya’ya yönelik diplomatik yaklaşımının temel amacı gibi görünmektedir.
Tüm bunların nasıl sonuçlanacağı henüz belli değil. Ancak Trump’ın ABD’yi “1 numara”, Rusya’yı “2 numara” olarak tanımlaması ve “bu iki büyük gücün iyi geçinmesinin iyi bir şey olduğu” yönündeki gözlemi, çok yönlü ve muhtemelen ürkütücü sonuçlara işaret etmektedir. En azından, ABD’nin Moskova’nın savaş hedeflerini benimsemesi ve Avrupa’nın Kiev’in savunmasında kilit rol oynamasını engellemesi, Ukrayna için karanlık bir geleceğin habercisi olabilir. Gezegenin bütünü ise, ABD’nin Rusya ve Suudi Arabistan ile birlikte küresel fosil yakıt bağımlılığının uzun süre sürmesini sağlaması durumunda, çok daha tehlikeli bir gelecek ile karşı karşıya kalabilir. Bu sonuçlardan hangisinin gerçeğe dönüşeceğini belirlemek için daha fazla gözlem ve analiz gerekecektir — ancak şu an itibarıyla manzara pek umut verici görünmemektedir.
* Michael T. Klare, Hampshire College’da barış ve küresel güvenlik çalışmaları alanında beş üniversitenin emekli profesörü ve Silah Kontrol Derneği’nde kıdemli misafir araştırmacıdır. Aralarında All Hell Breaking Loose: The Pentagon’s Perspective on Climate Change (Cehennem Kopuyor: Pentagon’un İklim Değişikliğine Bakışı) adlı son eseri de bulunan 15 kitabın yazarıdır.