1929 Buhranının Öğrettikleri
Charles Mitchell, her zamanki kendine güven ve kendinden emin olma hissini yansıtma hususunda kararlı davranarak, 55 Wall Street’in merdivenlerini çıktı. Yıkıcı bir öğleden sonrayı geride bırakmıştı. Ofisine döndüğünde New York’un tüm gözlerinin üzerinde olduğunu biliyordu; sokaktaki esnaftan sekreterine kadar herkes yürüyüşünü inceliyor, yüzünü inceliyor, her mimiğinde, yüzünün her çizgisinde, her kırışıklıkta bir anlam çıkarmaya çalışıyordu.
Gri üç parçalı takım elbisesiyle, omuzlarını dik tutarak, Mitchell kendisine ait, National City Bankası’nın cam kubbeli merkezi salonundan geçerken gülümsemesini sürdürdü. 26 metrelik tavanı ve yaklaşık 300 ton ağırlığındaki kasayı koruyan iki adet sağlam bronz kapısıyla banka, ülkenin en büyüğüydü.
Tarih; 28 Ekim 1929 Pazartesi, saat 17:30’u biraz geçmişti. Birkaç saat önce borsa, yüzde 13’lük keskin ve baş döndürücü bir düşüşle kapanmıştı. Bir haftadır süren sarsıntıların ardından gelen bu düşüş, açık ara en büyük çöküştü. Karanlık çöken şehir merkezindeki sokaklar hâlâ fötr şapkalı, düz şapkalı endişeli simsarlarla, haberci çocuklarla ve santral görevlileriyle doluydu; hepsi çöküş hakkında dedikodu ve spekülasyon yapıyordu. Düşüşe ne sebep oldu? Düşüş yarın daha ne kadar devam edebilir? Hatta piyasalar açılır mı?
Mitchell ofisine doğru yürürken, önünden geçtiği vezne pencereleri, gözlerinin altındaki yorgunluk şişkinliğini ve darmadağınık, grileşen kaşlarını yansıtıyordu. Maun masasının arkasındaki sandalyeye çöktü. Oda, antika ahşap sandalyeler ve krem beyaz duvarlarda duran kocaman bir büyükbaba saatiyle 18. yüzyıl devlet adamlarına yakışır bir resmiyetle döşenmişti. Saatin iki yanında, Mitchell’in kendi hayatında örnek almaya çalıştığı amaç ve kararlılıkla yeni bağımsız ulusu yöneten George Washington’ın portreleri vardı.
Basının “Günışığı Charlie” diye adlandırdığı, alışılmadık derecede iyimser bir adam olan 52 yaşındaki atletik banka yönetim kurulu başkanı, öğleden sonrasını New York Federal Rezerv Bankası’ndaki acil toplantılarda piyasayı nasıl sakinleştireceğini düşünerek geçirmişti. Mitchell gibi kendini “Büyük Adam” olarak gören biri için bu, tam da hazırlıklı olması gereken bir andı. Deneyimi, itibarı ve soğukkanlılığıyla Wall Street’i bu zorlu dönemden çıkarabilecek kapasitedeydi. Yine de kendini kalkansız ve savunmasız hissediyordu.
Duygusal durumunu düşünmeye vakti yoktu. Hisse senedi işlem birimini yöneten Hugh Baker ile görüşmek üzere üst kata çıktı. Uzun boylu, kel, delici bakışlı bir adam olan Baker, Mitchell’e, Mitchell Federal Rezerv’deyken neler olup bittiğini sakin bir şekilde, biraz da dolaylı yoldan anlatmaya başladı.
“Bugün portföyümüz, National City Bank hisselerindeki payımız açısından olağanüstü derecede arttı,” dedi Baker.
Mitchell ona baktı, tam olarak ne demek istediğini anlamaya çalışarak bekledi.
Sonunda Baker pat diye söyledi: “Yetmiş bin civarında hisse satın aldık.”
Rakamları kafasından anında hesaplayabilen Mitchell, durumun doğasını ve boyutunu bir anda kavradı. Bu inanılmaz, diye düşündü. Bankanın bu kadar çok hisseyi alacak nakdi yoktu. Öfkeliydi ve dehşete kapılmıştı. İnşa ettiği her şey bir anda çökme tehlikesiyle karşı karşıyaydı.
1929 krizinin üzerinden neredeyse bir asır geçti, ancak bu kriz modern tarihin en önemli ve büyük ölçüde yanlış anlaşılan mali felaketi olmaya devam ediyor. Günümüzde halk, o dönemde neler yaşandığına dair belirsiz bir fikre sahip olabilir, ancak bu dramda rol oynayan kişilerin kim olduklarını, krizi nasıl tetiklediklerini, neden fark edemediklerini ve durdurmak için ne yaptıklarını çok az kişi bilir. Daha da önemlisi, o dönemin siyasi ve ekonomik iklimiyle bugünkü arasındaki çarpıcı benzerlikler çoğu kişinin gözünden kaçmaktadır.
1920’ler, ülkemiz (Amerika) tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar, bugün sıradan saydığımız modern tüketici ekonomisinin doğuşuna tanıklık etti. Milyonlarca Amerikalı çiftliklerden ve küçük kasabalardan ayrılıp daha yüksek ücretli işlerin bulunduğu şehirlere göç ettikçe, şaşırtıcı yeni kolaylıklar ve ürünler için pazarlar oluştu. Bu insanlar; kimsenin ihtiyaç duyduğunu bilmediği ama hayatı çok daha kolay ve keyifli hale getiren ürünler olan arabaları, radyoları ve bulaşık makinelerini satın aldılar.
Ancak tüm bunları mümkün kılan en büyük ürün “kredi”ydi. Şimdi al, sonra öde. Bir tür büyüydü bu.
1919’da General Motors, Amerikalıların kişisel borç alma konusundaki tabularını yıkarak araçlarını krediyle satmaya başladı. Kısa süre sonra Sears, Roebuck & Co., pahalı ev aletleri ve sonrasında gündelik ürünler için “taksit planları” sundu. Bankalar bu kültürel değişimi fark ederek küçük işletmeler için süreci mekanikleştirdi. Mitchell önderliğindeki Wall Street bir adım daha ileri giderek hisse senetlerini kredili olarak, yani “marjlı” olarak sunmaya başladı. Binlerce orta sınıf Amerikalı, hisse senedi fiyatının yalnızca yüzde 10–20’sini peşin ödeyip geri kalanını borçlanarak marj (kredi) hesapları açtı. Piyasa yükseldiğinde, kazanç bedava para gibi görünüyordu.
Artık Amerikalıların istedikleri şeyleri almak için para biriktirmelerine gerek yoktu. Borçlanmak bir alışkanlığa, bir iyimserlik ifadesine dönüştü. Yarına olan inanç sürdüğü sürece, borçlar sonsuza dek devredilebilirdi.
Bazı insanlar olağanüstü derecede zenginleşti. En zenginler, bugünün parasıyla yaklaşık 2 milyar dolara denk gelen 100 milyon doların üzerinde servetler biriktirdi. Amerika’nın en büyük şirketlerinin bazı üst düzey yöneticileri, yıllık, bugünün parasıyla 37 ila 56 milyon dolar değerinde olan 2 ila 3 milyon dolar arasında maaş ve ikramiye alıyorlardı.
Ve bu servetle birlikte şöhret de geldi. Bu, muhtemelen bireylerin yalnızca yetenekleri veya başarılarıyla değil, sadece görünürlükleri dolayısıyla kitlelerce takıntı hâline getirildiği ilk gerçek “şöhret çağıydı”. Işıklar yalnızca sanatçılara veya sporculara değil, aynı zamanda zengin erkeklere de çevrilmişti. Charlie Chaplin, Clara Bow ve Douglas Fairbanks gibi Hollywood yıldızları ile Babe Ruth ve Charles Lindbergh hâlâ manşetleri süslüyordu. Ancak ilk kez, iş insanları da bu üne ortak oldular. Servetin dehayla eşdeğer görüldüğü bir çağda, Wall Street ve sanayi devleri herkesin tanıdığı isimler haline geldi. 1923’te yayımlanmaya başlayan Time ve 1917’de kurulan Forbes gibi dergiler, finansörleri kapak yıldızlarına dönüştürdü. Maaşları inceleniyor, sözleri adeta kutsal metin gibi alıntılanıyordu. Amerika’nın en zengin adamları, başarıyla büyülenmiş bir ulusun gözünde; vizyonerler, yani başarının sembolleri olarak görülüyordu.
Geriye dönüp baktığımızda, 1920’lerin coşkulu yılları, Amerikan toplumunda büyük bir ikilemin yaşandığı bir dizi temel dengesizliği gizlemişti. Teknolojinin gelişmesiyle çiftçilik daha verimli hale geldi ve fiziksel emeğe daha az bağımlı hale gelirken çok sayıda çiftlik işçisi, yaşadıkları kasabalarla birlikte ekonomik sıkıntıya düştü ve bu durum kentli zenginler ile kırsal kesimdeki yoksullar arasındaki uçurumu derinleştirdi. Wall Street, sıradan insanların üzerinde dev bir balon gibi süzülüyor, kendi mitolojisini yaratan liderleri ayrıcalıklı dünyalarının konforunun tadını çıkarıyordu. Washington’da aşırı bir serbest piyasa politikası hüküm sürdüğünden hükümet bu duruma pek aldırış etmedi. Başkan Calvin Coolidge, vergileri azaltma ve federal hükümeti I. Dünya Savaşı öncesi büyüklüğüne ve kapasitesine geri döndürme konusunda kararlılığıyla gurur duyuyordu. Amerikan halkının kendi sorunlarını çözebileceğine inanıyordu. Bu tutumundan dolayı son derece popülerdi.
İş dünyası, kuralları kendi koyduğu için fazlasıyla memnundu. U.S. Steel ve General Motors gibi dev şirketler pazar hâkimiyetini ele geçirip kârlarını artırdıkça, zenginler, özellikle dünyanın gördüğü en büyük servet yaratma motoru olan Wall Street’in evi olan New York şehrinde, kendi başlarına bir sınıf haline geldiler. Harlem’de caz müziği gelişirken ve Dorothy Parker, Algonquin Oteli’ndeki edebiyat sahnesine başkanlık ederken borsa, şehri altınla kaplıyor ve ayrıcalıklı kişiler kendi talihleri için tapınaklar inşa ediyorlardı. Beşinci Cadde, Park Caddesi ve Central Park West’in bugün bildiğimiz hâli büyük ölçüde 1920’lerin ürünüdür. Manhattan dikey olarak büyüdü. Şehrin nüfusu, önceki on yıllarda olduğu gibi yalnızca Ellis Adası’ndan gelen göçmenlerden değil, aynı zamanda ülkenin geri kalanından büyük şehir hayatının cazibesine kapılıp zengin olma şansı için iç bölgeleri terk eden göçmenler dolayısıyla da neredeyse 7 milyona çıktı.
20.yüzyılın başına kadar borsalar küçük ve yerel nitelikteydi, içeriden kişilerce kontrol edilirdi. Hisse senedi alım satımına, kibar toplum tarafından pis bir iş, kumarbazların ve topluma uyumsuz kişilerin işi olarak bakılıp hor görülüyordu. Amerikalıların çoğu borsanın günlük iniş çıkışlarından habersizdi. Çoğunun yaşadığı küçük ve orta ölçekli kasabalarda, büyük şehirlerdeki para oyunları sadece uzak bir söylentiden ibaretti.
Bu durum 1900’lerin başında, sanayileşme yaygınlaştıkça değişti. Fabrikalara yatırım yapmak ve ürünlerini pazarlamak için sermayeye ihtiyaç duyan şirketler New York Borsası’na akın etti; burada günlük işlem hacimleri fırladı ve hırslı genç adamlar zekâlarını yarıştırdı. (Bu borsa dünyasının neredeyse tamamen erkekler tarafından şekillendirildiğini göz ardı etmek imkânsız. Kadınlar ne alış-veriş sahnesinde hoş karşılanıyor ne de kurallarını şekillendirmelerine izin veriliyordu; yönetmelerine izin verilmeyen bir dramanın izleyicileri idiler; hostes, eş veya ilham perisi gibi yardımcı rollerde oynuyorlardı.)
1920’lere gelindiğinde borsa, tüm ekonominin motor odası gibiydi; makineleri kapasitesinin sınırına kadar zorlanmış, kızgın bir şekilde çalışıyordu; bu, Amerikalıları aleve çekilen pervaneler gibi kendine çeken bir gösteriydi.
Ta ki 1929 Ekim’inin son haftalarına kadar, sonunda sistem kırılana dek.
Bundan sadece bir ay önce, Charles Mitchell dünyanın zirvesindeydi. National City’yi ülkenin (Amerika’nın) en büyük bankasından dünyanın en büyük bankası haline getirecek, Londra’nın öncülük mirasını devralacak ve New York’un nihayet rakip şehrini geride bırakarak dünya finans merkezi olmasına yardımcı olacak cesur bir satın alma girişimi olarak Corn Exchange Bank’ı devralmak için bir anlaşmaya varmıştı. Bu, yazılmakta olan bir tarihti, yerleşik düzenin yıkılmasıydı, Mitchell’i insanlar arasında kral yapacak türden bir kumardı.
Ancak Mitchell, anlaşmayı başarmak için kendi hisse senetlerinin gücüne dayanarak büyük ve riskli bir bahis oynamıştı. Corn Exchange hissedarlarına, her hisse için 360 dolar nakit ya da National City Bank hisselerinin beşte dördü teklif edildi. Kâğıt üzerinde hisse teklifi daha avantajlıydı: National City hissesi 450 doların üzerinde kaldığı sürece, beşte dört hisse 360 dolardan daha değerliydi. Anlaşma yapıldığında hisse fiyatı rahat biçimde bu seviyenin üzerindeydi, hisse başına 496 dolardan işlem görüyordu. Mitchell, işlemin tamamlanacağı sonraki ay boyunca fiyatın bu seviyede kalmasına ihtiyaç duyuyordu; çünkü gerçekte National City’nin tüm hissedarlara nakit ödeme yapacak parası yoktu ve bu kritik detayı kendine saklamıştı.
Bu nedenle, fiyat düştüğünde yükseltmek için bankanın hisselerini satın almaları için işlemcilerine gizlice talimat verdi.
Görece istikrarlı bir piyasada bu bir sorun yaratmazdı. Büyük, halka açık şirketler kendi hisselerini sık sık geri satın alırlardı. Ancak hızla düşen bir piyasada bunu yapmak, parayı fırına atmaya benziyordu. Öğleden sonraki kaos ortamında, National City’nin teklifleri o kadar hızlı kabul edilmişti ki, ne kadar hisse topladığının hesabını bile yapamadı. Yatırımcılar durumu kontrol altına alana kadar, National City elinde tutabileceğinden çok daha fazla olan 71.000 hisseyi satın almayı taahhüt etmişti.
“Bu haberle,” dedi Mitchell, Baker’a, “bir tüy dokundursan devrilirim.”
Elinde pek fazla iyi seçenek yoktu. National City gibi büyük bankalar, günlük operasyonlarını finanse edebilmek için varlıklarına karşı sürekli borç almak zorundaydı. Ancak bankacılık yasası, kendi hisselerini teminat olarak göstermelerine izin vermiyordu. Dolayısıyla değeri yaklaşık 32 milyon dolar olan 71.000 hisse, tüm bankayı batırabilecek ölü bir ağırlıktı.
“Bu hisseleri başka bankalara teminat olarak sunmaya kalkışmamız bizim için utanç verici olur,” dedi Mitchell; rakiplerinin böyle bir hamleyi zayıflık işareti olarak göreceğini gayet iyi biliyordu. Piyasa serbest düşüşteyken, hisse senetlerinin düşeceğine bahse giren kısa vadeli satıcılar, zayıflıkları araştırarak hedefler belirliyorlardı.
Borsa artık kopma noktasındaydı. İşlem hacmi, işlem salonundaki insan gücünü o kadar aşmıştı ki, önceki Perşembe günü borsa ekranı (fiyat bildirim sistemi) hisse fiyatlarını dört saat gecikmeyle bildiriyordu ki bu, daha önce görülmüş en uzun gecikmenin iki katından fazlaydı.
Bu da New York Borsası işlem salonunun üzerinde duran büyük fiyat panosunun umutsuzca hatalı olduğu anlamına geliyordu. Bu ortamda hisse alıp satmak, sekizinci devredeki bir beyzbol maçında kumar oynarken, skor tabelasının üçüncü devreden beri güncellenmediği bir oyunda kim önde ve ne kadar farkla önde olduğuna dair herkesin farklı skorlar söyleyerek bağırdığı bir kalabalığın ortasında bulunmaya benziyordu. National City hisseleri gibi özel olarak satılan, yani “borsa dışı” (off exchange) işlemler ise çok daha geriden geliyordu; çünkü bu hisseler geniş piyasa hareketlerine bağlıydı ve gerçek zamanlı güncellenmiyordu, bu da gecikmeyi artırıyordu. Wall Street işlemcileri için tek mantıklı hareket kalmıştı: satmak ve piyasadan bir an önce çıkmak. Ve tam olarak yaptıkları da buydu.
Mitchell, National City’nin elindeki hisselerin küçük bir kısmını bile bu kadar zayıf bir piyasada satmaya kalkarsa, bankanın ödeme gücüyle ilgili söylentilerin yayılacağını biliyordu. Böyle bir söylenti kolayca durdurulamayacak bir kısır döngüye dönüşebilirdi. Fiyatlar yeterince hızlı düşerse, çok daha büyük bir krizi tetikleyebilirdi: “Güven eksikliği bir banka hücumuna yol açabilir,” dedi Mitchell, ülke genelindeki 58 şubesinin önünde sıraya dizilmiş mevduat sahiplerini gözünde canlandırarak.
Ülkenin en büyük bankasına hücum. Bankacıların bundan daha çok korktuğu hiçbir şey yoktu.
Konuşmalarının ardından Mitchell ve Baker, bankanın genel müdürü Gordon Rentschler’ı da yanlarına aldılar ve üçü Mitchell’in siyah Rolls Royce’una bindiler. Manhattan’ın tıkalı, zehirli sokaklarından geçerek Yukarı Doğu Yakası’ndaki evlerine doğru yola koyuldular; Wall Street’e katliamı izlemek için inen kalabalığın meraklı gözlerinden uzakta olmanın rahatlığını yaşadılar. Çalışanları masalarında akşam yemeğinde sandviç yerken, ticaret onay fişlerini sayarken ve muhasebe defterini gece boyunca iki kez kontrol ederken – bazıları sabaha kadar tamamlanması gereken işlerin yoğunluğu nedeniyle ofislerinin zemininde uyurken – National City’nin beyin takımı Central Park’ın doğu kıyısındaki lüks konutlarının sığınağına doğru yöneldi.
Arabada, günün olaylarını ve Salı gününe dair beklentileri gözden geçirdiler. Üç adamın hiçbiri, piyasanın toparlanma ihtimalinin yüksek olduğuna dair hiçbir yanılgıya kapılmamıştı. Asıl soru, National City’yi tehlike hattından nasıl çıkaracaklarıydı. Mitchell, “keskin adımlar atılmazsa hisse senedinde dikey bir düşüş olur” diye düşünüyordu. Kendisi gibi doğası gereği oldukça iyimser olan Baker ve Rentschler’in yargılarına fazlasıyla güveniyordu. Onların tavsiyesini almadan asla önemli bir karar almıyordu. Ancak bir saat süren yolculuk boyunca, ikisinden de uygulanabilir bir çözüm çıkmadı. Tek ortak noktaları, durumun ciddiyetini kabul etmeleriydi.
Mitchell, o gece uyuyamayarak geçmiş günü kafasında tekrar tekrar yaşadıktan sonra ertesi sabah erkenden uyandı; hâlâ çaresizce bir çözüm arıyordu. Kendisine zorunlu kıldığı günlük 15 dakikalık jimnastik hareketlerini yaptı; buna “hazırlık” egzersizi diyordu; bu hareketlerin genellikle üzerinde rahatlatıcı bir etkisi oluyordu. Egzersizi ile ilgili olarak, “Hiçbir parlaklık ya da kişisel çekicilik, bir adamı zirveye taşıyıp orada tutamaz; ta ki o adam her gün gülümsemeyi sürdürebilene kadar” demeyi severdi.
Kahvaltısını ederken, her zaman yaptığı gibi gazeteleri inceledi. National City hakkında bir şeyler sızmış mıydı? Kimse içinde bulunduğu çıkmazı biliyor muydu? The New York Times manşetinde “Ulusal Çapta Satış Paniğinde Hisse Fiyatları 14 Milyar Dolar Düştü; Bankacılar Bugün Piyasayı Destekleyecek” yazıyordu. Daily News ise “Borsa 10 Milyar Dolar Düştü” başlığını atmıştı. Hiçbir manşetin onun için haber değeri yoktu.
Ancak Daily News’in ikinci sayfasında Mitchell’in kendi fotoğrafı vardı. Eskiden kendisini gazetelerde görmekten hoşlanırdı, ama son zamanlarda pek hoşlanmıyordu; çünkü bağlam hoş bir olumluluktan kesin bir olumsuzluğa doğru evrilmişti: Wall Street’i kötüleyen Washington politikacılarının paratoneri olmuştu.
Mitchell’in en sert eleştirmenlerinden biri, borsa piyasasını Amerikan refahına yüklenen bir vergi olarak gören ve bankacıları spekülatörlere pervasızca kredi vermekle suçlayan Virginia’lı Demokrat Senatör Carter Glass’tı. Hatta bu tavra bir isim bile vermişti: Mitchellizm.
Mitchell ve diğer bankacılar, Glass gibileriyle başa çıkmak için onları tamamen görmezden gelmek gibi net bir strateji belirlemişti. Onlara göre Wall Street’te olup bitenler Washington’u ilgilendirmezdi. Bu görüş, 1929 Ekim’inden sonra sürdürülemez hâle gelecekti.
Mitchell evinden çıktı ve Beşinci Cadde’de Rentschler ile buluştu. Hava kapalı ve soğuktu, Mitchell’in maaşlı iki şoförü ve 97. Cadde’de tam donanımlı bir garajı olmasına rağmen, çoğunlukla yürümeyi tercih ediyordu. İki adam güneye doğru yürümeye başladılar. 65. Cadde ile Beşinci Cadde’nin kesiştiği yerde, Central Park geçidinden geçen araç trafiğini beklerken, Mitchell arkadaşına şaşırtıcı bir haber verdi.
Mitchell, bankayı korumak için o sabah kişisel olarak 12 milyon dolar borç almaya karar verdiğini, bunun net servetinin birkaç katı olduğunu ve bunu bankadan National City hissesi satın almak için kullanacağını söyledi. “Bir şey yapılmalı,” dedi.
Rentschler donakaldı. “Yapma,” diye yalvardı arkadaşına. “Kendini böyle riske atma. Başka bir yol buluruz.”
Mitchell’in planı sadece kendi servetini değil, ailesinin geleceğini de tehlikeye atıyordu. Hisse fiyatı düşmeye devam ederse, Mitchell karısı Elizabeth ve iki çocuğu Rita ile Craig’le birlikte tamamen iflas edebilirdi.
Bu bir riskti. Ama başka bir risk daha vardı: Planın işe yarama ihtimali varsa, bu mutlak gizlilik içinde yürütülmeliydi. Eğer rakipler, Amerika’nın en büyük bankasının başkanının kendi şirketini şahsen kurtarmaya çalıştığını öğrenirse, ortalık cehenneme dönerdi.
Yürümeye devam ederken Rentschler, Mitchell’i vazgeçirmek için elinden geleni yaptı ama başaramadı. Mitchell sonunda bankasını kurtaracaktı, kısmen bir dizi gizli kredi alarak. Ancak bu aynı zamanda onun sonunu da hazırlayacaktı: Çöküşün yüzü hâline geldi, Kongre önüne çıkarıldı ve daha sonra, vergi faturasını düşürmek için karısıyla yaptığı sahte bir işlem nedeniyle suçlandı. Suçlanması ve tutuklanması, yasama organına 1933’te ticari ve yatırım bankalarını ayıracak yasaları geçirme konusunda halk desteği sağladı.
Fakat tüm bunlar, ekonomist John Kenneth Galbraith’in daha sonra “New York borsasının tarihindeki en yıkıcı gün ve belki de piyasaların tarihindeki en yıkıcı gün” olarak tanımlayacağı 29 Ekim 1929 Salı günü yaşanacaktı.
1920’lerdeki gibi uzun süreli, kesintisiz ekonomik patlamalar, kolektif bir yanılsama yaratır. İyimserlik bir uyuşturucuya, bir dine ya da ikisinin bir tür karışımına dönüşür. Sıcak yatırım tüyoları, eşsiz fırsatlar, etkileyici satış söylemleri ve karşı konulmaz sloganlarla körüklenen bir kültür, insanların risk hesaplama ve iyi fikirle kötü fikri ayırt etme yetisini köreltir.
Her çılgınlık döneminde, sanayi sektörünün ve hükümetin en tepesindeki insanlar, aslında başka insanlardan çok da farklı değildir: kusurlu, çıkarcı, karmaşık. Bazen cesurca, bazen körlemesine ve çoğu zaman da eylemlerinin sonuçlarını tam olarak kavrayamadan olayları ileri doğru iterler. Bu yavaş bir kaynamadır, ta ki her şey taşana dek. Kimileri bu taşma anından farkında olmadan faydalanır. Kimileri ise kendini kandırır, daha büyük bir iyilik için hizmet ettiklerine inanır. Güç, kabul görme ya da sadece zorlukları aşmanın verdiği heyecan peşinde olan bu kişiler, genellikle en kötüsünün geleceğine inanmazlar.
Borç, her büyük finansal krizin ardındaki neredeyse tek ortak noktadır. Aşırı iyimser bir güçtür. Geleceği sürekli genişleyen fırsatlar ve zenginlik diyarı olarak görüyorsak, neden bu kaynakların bir kısmını bugün kullanmak için seferber etmeyelim ki? İşte borç tam da bunu yapar. Yarının zenginliğini bugüne taşır.
Sorun, açgözlülüğe kapılıp fazla ileri gittiğimizde başlar. Kimse bu çizginin tam olarak nerede olduğunu ya da aştığımızı fark ettiğimizde ne yapmamız gerektiğini tam olarak bilmez. O noktada panik doğal bir tepkidir. Gelecek bir anda öyle küçülür ve karanlıklaşır ki, ondan çekip alacak iyimserlik kalmaz. Hepimiz iyi bir hikâyeyi, dünyanın nasıl işlediğine dair kısa ve açıklayıcı bir anlatıyı severiz. Hepimiz kolay kazancı severiz. İster Cennet (Aden) Bahçesi’ndeki yılan olsun, ister kripto paraların veya yapay zekanın piyasa çılgınlığı olsun, yüzyıllardır insanın aptallığını cazibeye kapılma güdüsü besliyor. Her dalga, tarihten ders aldığımızı ve bu kez kandırılamayacağımızı düşünmemize neden olur.
Sonra aynı şey yeniden olur. Tıpkı 1929’da olduğu gibi.
*Bu makale, Andrew Ross Sorkin’in 1929: Inside the Greatest Crash in Wall Street History—And How It Shattered a Nation adlı eserinden uyarlanmıştır.
**Andrew Ross Sorkin, The New York Times köşe yazarı ve DealBook’un genel yayın yönetmenidir; ayrıca 1929: Inside the Greatest Crash in Wall Street History—and How It Shattered a Nation adlı kitabın yazarıdır.
Kaynak:
https://www.theatlantic.com/ideas/archive/2025/10/andrew-ross-sorkin-lesson-1929/684546/
Tercüme: Ali Karakuş