Trump henüz 100 gününü doldurmadı fakat ortalığı kasıp kavurduğu söylenebilir. Her anlamda, son yıllarda alışılagelmiş bütün kavramlarla ve kurumlarla savaşmayı tercih ediyor. Liberal değerler ve etiketlerin tamamını, hem içeride hem dışarıda anlamsızlaştırıyor. İçeride, LGBT ideolojisi ve sol ideolojilerin tamamıyla mücadele ediyor. Normatif olarak, bütün liberal söylemlerin aksi yönde hareket ederken, düzenin bütün kurumlarıyla savaş başlatmış durumda. Eğitim Bakanlığı’nı kapatıyor, her türlü “eşitlik” başlıklı programdan çekiliyor, fonlarını kesiyor. İklim başlıklı bütün kurumların içini boşaltıyor, fonlarını kesiyor. LGBT, cinsiyet yaklaşımları, azınlık destekçisi bütün fonları ve programları kapatıyor. Azınlıklara yönelik, eğitimden sağlığa kadar bütün harcamaları durdurmaya niyetli.
Dışarıda, liberal dünya düzeni zeminine dayanan jeopolitik kurguyu tamamen yıkıyor. Daha birkaç sene önceye kadar Amerika; Avrupa, Kanada, Japonya, Güney Kore, Ukrayna, Avustralya gibi “demokrasi” bloğu üzerine söylem geliştirirken; NATO ve QUAD gibi jeopolitik ittifakları da güçlendirmeye çalışıyordu. Asya’daki müttefiklerle çok taraflı anlaşmalara önem verilirken, Orta Doğu’da İbrahim Anlaşmaları üzerinden İran’a karşı bloğu güçlendirmeye odaklanıyordu. Çin, Rusya, İran, Kuzey Kore hattına karşı; Vietnam, Hindistan, Suudi Arabistan, Malezya, Macaristan gibi “connector” ülkeler üzerinden bir hat çizmeye çalışıyordu. Bu plan, aslında geçtiğimiz seneye kadar belli ölçüde işliyor gibi görünüyordu.
Fakat Trump bu zemini yerle bir etti. Putin dost, Zelensky diktatör oldu. Avrupa düşman haline geldi. NATO’nun içini boşaltmak için her fırsatı değerlendiren bir yönetim var ortada. Asya’da, Tayvan üzerinden kurulan savaş senaryolarının boşa düştüğü bir zemin yaratılıyor. Amerika’nın müttefikleri, tam da beklenildiği gibi şok içerisinde. Liberal uluslararası düzenin zar zor ayakta duran her kurumu, Filistinlilere uygulanan soykırım karşısında zaten çoğunlukla anlamsızlaşmıştı; şimdi hepten çözülüyorlar. İklim anlaşmalarının bir anlamı kalmadı. Uluslararası Adalet Divanı kalmadı. Birleşmiş Milletler’in bile selası okunacak hale geldi.
Bütün bunlara rağmen, uzun vadeli bakmakta fayda var. Washington DC bir “survivors” (kurtulanlar) şehri. Burada varlığını 70-80 sene sürdüren kurumlar, Amerika iç siyasetinin çok daha vahim dönemlerini geçirmiş demektir. Bu şehirde Amerikan başkanlarının suikasta uğradığı, sivil toplum liderlerinin öldürüldüğü zamanlar yaşandı. JFK ve Martin Luther King Jr. suikastla öldü. 60’lar ve 70’lerdeki sivil haklar hareketlerinin dönemlerini yaşayan herkes, siyasal kriz olarak daha kötüsünü gördük diyor. O sebeple, Washington bir şekilde hayatta kalmayı ve bu puslu havayı minimum zararla atlatmayı başaracaktır diyebiliriz. Yani bütün kurumların söylemlerini değiştirmeye başlayacağını Trump yönetiminin suyuna gideceğini, verilecek tavizleri vererek günü kurtarmaya çalışacaktır. Kısa vadede, sol liberal söylemler belli zorluklarla karşılaşsa da, uzun vadede yine rayına oturacaktır.
Dışarıda ise daha kaotik bir dönem beklemek gerekiyor. Artık tek kutuplu bir dönemin kalmadığı ortada. Amerika adeta kendisinden çok daha küçük bir ülke gibi agresif davranıyor. Verdiği tepkiler anlamsız. Demokrasi ve otokrasi üzerine kurulu jeopolitik kırılımın daha da zayıflayacağını bekleyebiliriz. Demokratikleşme trendinde de belli ölçüde bir tersine dönüş gözlemleyebiliriz. Fakat Amerika’nın ve rakiplerinin dünyadaki minerallerden askeri üslere ve ticaret yollarına hakim olma rekabetleri aynı hızda devam edecektir. Sadece bu rekabetleri tanımlayacak bir genel çerçeve çizmenin zor olduğu ve güç dışında hiçbir şeyin sınırlandırıcı etkisinin olmadığı bir döneme doğru gidiyoruz.